“Kalp istiyor ki şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte ta’lik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.”1
Bir sözü, onun, öncesi ve sonrasıyla ele almak, onu asıl bağlamıyla değerlendirmek o sözün makamının hakkıdır. Dolayısıyla yukarıya aldığımız metnin, işlendiği yerdeki konularla bağlantılı yorumlamak, bu hususta olması gerekendir ama mücerret olarak bu ifadeyi yorumlamak gerekirse şu mütalâa mümkün olur.2
Kalbin arzusu derin ve engindir, mutmain olduğu alanda bulunmak, dolaşmak arzu eder. Cevherlere hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından inşa edilen bir bina olan kalb,3 imanın mahallidir. Kalb, Yaratıcısını arar, Ona ait delillerle meşgul olmak ister, ilân etmek arzu eder, müşterek dostu vicdanla beraber yürümek isterken acze maruz kaldığında ise istinad noktası arar, emellerini canlandırmak için imdat dayanağı arar.4
İmanın binler şubesine nazar eden kalb, onlardaki marifet nurunun tecellisi, hangi mukabil kalbde ya da şeyde tezahür edecekse onunla muhatap olmak ister. Bu muhataplıkta müzakere, mütalâa hep enfüse cereyan eder, afaka değil. Dil ile ikrar, dışa vurum olduğu için enfüste lâzım değil. İşte bu enfüsî âlemde kendine muhatap ve ehil bildiğine, yakaladığı veya keşfettiği sırları paylaşmak ister.
Yukarıdaki metinde işlenen ana mesele bu noktada cereyan eder. Bahsedilen paylaşmaya, o makam müsait olmazsa paylaşım gerçekleşmez. O makam derken, paylaşımın olacağı mana makamı müsait değilse ya da muhatabın makamı münasip değilse ve belki de manalar var ama kendisinin hâlet- ruhiyesi hazır değil gibi anlamalar mümkündür.
Paylaşılması gereken ama her nasılsa paylaşılamayanın başka vakte ertelenmesi bir çaredir lâkin burada dikkat edilecek husus o mana hazinesinin kapısı açık tutulmamalı, açık bırakılmamalıdır zira açık kapının akıbeti meçhuldür.
Başka vakte ertelemek, işaret edilen bir çözüm olurken kalb ister ki o vakte gerekli hazırlık yapılsın. Kalbin hazırlığı kendi mana ve makamıyla olmalıdır, elin, ayağın, gözün, kulağın da bu manaya desteği şarttır. Kalb zikrederken diğer organlar yabancı kalmamalıdır, ona münasip vaziyet almalıdır. Ta ki kalbin mana ve makamına yakın hareket edilsin ki hakikatin cezbine, marifet nurunun tecellisine vesile olsunlar.
Hayatta emsalî vakıalar vardır. Muhatabınızla bir mevzu konuşuyorsunuz. O an kalbinize bir mana tulû etti. Bunu muhatabınıza açmak istersiniz ama o, buralı değil, ya da zemin müsait değil, çaresiz olarak sükût eder, başka vakte belki de başkasına ertelersiniz ya da içinizde saklarsınız.
Bazı makamlar da var ki, muhatabı konuşturur, coşturur. Kendisi o manalara sadece köprü olur, definelerin zuhuruna vesile olmak için rol alır. İşte burada insan kalbinde, ilham meleğinin aldığı rol ile gelen o manalar kalbde enginleşir, özümsenir ve mayalanır.
Gel gör ki bütün bunların nakledileceği bir ciddi mukabil kalb gerek. Çünkü kalb, mukabil kalbi bulmalı ki mutmain olsun, bulamazsa âdeta küser, içine döner, derinliğine işler. Belki arada bir çıkışlar yapar, muhatap bulmak için. Uygun zemin ya da muhatap bulamazsa makam kaldırmıyor der, definedeki elmasları saklı tutar.
Dipnotlar: 1 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (2016), s. 448 (25. Söz), 2 Mütalâanın bu kısmına vesile olan dostum Ali Fuat Alatürk’e selâm ederim, 3 Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz (2017), s. 97 (Bakara 2/7), 4 Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz (2017), s. 98 (Bakara 2/7)