Türkiye’de herkesin, hayatının ekseriyetini memleket hapishanelerinde ve sürgünlerde geçirmiş bu zatı tanıması ve anlaması icap eder.
Dizi Yazısı: Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Özdemir
Merhum Üstad Bediüzzaman Said Nursi 23 Mart 1960’ta vefat etti. Vefatının 60. Yıl dönümünde çeşitli etkinliklerle anıldı. Yaşadığımız olağanüstü şartlar ve salgın bu etkinliklerin şeklini etkileyecek. Ancak amaç anmakla beraber anlamak olunca, kesret değil keyfiyet öne çıkar. Kendisini değil, yazdıklarını öne çıkarmış; vefatından sonra bile bilinmemeyi istemiş bir alim için uygun olan da ANLAŞILMAK!
DERDİNİN VE DAVSININ ANLAŞILMASI…
Türkiye’de herkesin ve her kesimin “daha çok özgürlük, daha çok demokrasi; insan hak ve özgürlüklerine daha fazla saygı” istediği bir ortamda hayatının ekseriyetini memleket hapishanelerinde ve sürgünlerde geçrimiş bu zatı tanımak ve anlamak durumundayız.
Değerli meslektaşım Prof. Dr. Ian Markham ile birlikte “Globalization, Ethics and Islam: The Case of Bediuzzaman Said Nursi” kitabını 11 Eylül hadiselerinin ardında Batıda İslam ve Müslümanlarla ilgili oluşan/oluşturulan “bilgi kirliliğini” gidermeye bir katkı olur umuduyla hazırlamıştık. Kitap “Küreselleşme, Ahlak ve İslam: Bediüzzaman Said Nursi Örneği” adıyla tercüme edildi.
Kitap beklediğimizin çok üstünde bir ilgi gördü. Batıda tanınmış birçok üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor. Dahası, başta Türkçe olmak üzere başka dillere de tercüme edildi.
Sözkonusu kitabı hazırlamaktaki temel amacımız, İslam’ın ve Müslümanların küreselleşen dünyada doğru olarak anlaşılması çabalarına mütevazi bir katkıda bulunmaktı. Zira, sahih ve doğru İslam’ı anlamak hepimiz için hayati bir konudur.
Dünyada birlikte yaşadığımız veya yaşamak zorunda olduğumuz yaklaşık 1.8 milyara yakın Müslümanı anlamak için bunu yapmak zorundayız.
Bu yaklaşım, başta Hıristiyanlık olmak üzere diğer büyük dinler için de geçerlidir. Bu dinleri ve müntesiplerini yakından tanımak, birlikte barış içinde yaşamanın en önemli şartıdır. Sokrates’in dediği gibi “cehalet her tür kötülüğün kaynağı” ise Küreselleşen ve bir köye dönüşen dünyada ilişkilerimizi ve geleceğimizi cehalet, inkâr ve basmakalıp bilgiler üzerine bina edemeyiz.
Kitaba yazdığımız “önsöz”, Said Nursi’yi anmaya ve bizce daha önemlisi anlamaya çalıştığımız şu günlerde hâlâ önemini koruyor:
Şayet İslâm hakkında bilgi edinmek isterseniz, o zaman size bu dini anlatmaya istekli bir Müslümân bulun. Bu durum bir seviyede son derece âşikârdır. Temel bir araştırma prensibi, son derece bilgili insanlardan bilgi edinin şeklindedir.
Dîni bir gelenek söz konusu olduğunda, bu çok bilgili insan, söz konusu geleneğin içinde yaşayan kişidir. Arapçayı bilmeyen yahut Osmanlı Tarihi hakkında bilgi sahibi olmayan bir takım Müslümanlar olduğunu varsaysak bile, dini anlama konusunda –bu din nasıl yaşanır?- bir Müslüman her zaman bir gayr-i Müslimden (gayr-i Müslim bir bilim adamı olsa bile) daha iyi bir durumdadır ve bir Müslüman bilim adamı muhtemelen hepsinden daha iyidir. Böyle bir bilim adamında, ilimle amelin mükemmel bir bileşimini bulabilirsiniz.
Akademik dünya bu temel dersi çok zor bir şekilde öğrendi. Halihazırda, kimi Oryantalistlerin bizlere çarpıtılmış bir İslâm imajı sunduklarını biliyoruz. Artık, en temel düzeyde de olsa, Katoliklerin Protestan inançlarının tarifini vb. hususları nasıl çarpıttıklarını da biliyoruz. Örnek olarak, Kuzey İrlanda’da önde gelen sendikacı politikacılardan biri olan Revd. Ian Paisley, Roma Katolik Kilisesini anlamak için en uygun kişi değildir; Piskopos John Shelby Spong (Episcopal Kilisedeki en liberal Piskopos), Evanjelik Baptistlerin inançlarını ve dünya görüşlerini açıklayacak en iyi kişi değildir.
Her iki vak’adaki problem (Paisley’in Katolikler, Spong’un Baptistler hakkındaki düşünceleri) şudur: Kökleşmiş muhalefet, çarpıtmaları kaçınılmaz hâle getirmektedir. En azından muhalif kanadın itici bulacağı bazı unsurlara vurgu yapılacaktır; fakat buna ilaveten muhtemeldir ki ortaya konulacak olan yorum, farklılıklara vurgu yapacaktır. Genellikle muhalifler bir doktrini veya düşünceyi öyle bir şekilde yorumlarlar ki, o doktrinin taraftarları o noktayı hiç farketmemişlerdir.
Doğal olarak, insan farklı bir gelenek konusunda bilgilendirilmişse, o gelenekle ilgili yorum yapmaya da ehliyet kazanmaktadır. Ancak bu yorum, insanın o geleneğin takipçilerinin anlayacağı ve takdir edeceği bir şekilde geleneği anlaması halinde geçerli olabilir.
Bizim bir pozisyonun temsilcilerinden pozisyonlarını açıklamaları için duymayı beklediğimiz temel prensip, tam akademinin karşısında tesis edilmiştir. Tek bir alan/bölge hariç, neredeyse evrensel olarak görülen şudur: günümüzde Amerika’da İslâm uzmanları –yani akademi çevrelerindeki herkes - muhaliflerden oluşmaktadır.
Bunun en iyi örneği, Daniel Pipes’ın çalışmasıdır. Pipes’ın İslâm hakkındaki kitapları en çok satanlar listesine girmiştir. “Militant Islam Reaches America” adlı eseri, konumuza tipik bir örnek teşkil etmektedir. Bu eser, İslâmı, çarpıtan, yanlış takdim eden ve bu yüzden de konuyla ilgili hatalı bir analiz sunan iğneleyici bir çalışmadır.
Çarpıtma ve yalan yanlış sunma gayretleriyle başladığı eserinde Pipes, Müslümanların İslâmın ‘hâkim dünya dini’ olmaya olan ümit, güven ve mücâdelelerinden yakınmaktadır. Amerikayı İslamlaştırmaya duyulan İslâmî özlemi ürkütücü kelimelerle tasvir etmektedir. Şunları yazıyor kitabında:
“Bu rüyayı gerçekleştirmeye yönelik olarak Müslümanların sayısını arttırmak için üç yol var: göç, nesilce çoğalma, ihtidâ. Bir ülkeye göçmenlerle hâkim olmanın ters tepkiye sebep olacağını görerek ve nesil yoluyla çoğalmanın da uzun zaman alacağını düşünerek, İslamcılar çabalarının en büyük kısmını ihtidâ üzerine yoğunlaştırdılar. Aslında Amerikalıları İslam dinine getirmenin Amerika’da Müslüman hayatı için merkezî bir hakikat olduğunu düşünüyorlar… Bir çok Müslüman, günlük hayatında ‘İslam Elçisi’ olmaktan kaynaklanan bir sorumluluk duygusunu kabul ediyor ve İslama yeni takipçiler kazanmanın önemi konusunda her zaman dikkatli hareket ediyor.” (Daniel Pipes, Militant Islam Reaches America, 2002).
İhtidâ (görme) isteği doğal bir insânî istektir/tutkudur. Pek tabii ki, Müslümanlar da daha fazla mühtedî girmek isteyeceklerdir; Roma Katolikleri için de, Evanjelikler için de durum böyledir.
Bu istek/eğilim, İslam ve Hıristiyanlığın tabiatlarının bir parçasıdır; her ikisi de dünyaya yönelik evrensel bir misyonu paylaşmaktadırlar. Bir çok siyâsî gelenek, dünyayı kendi dünya görüşlerine döndürmek için çabalar, durur. İsrailliler -Daniel Pipes gibi– dünyanın siyonizmi desteklemesi için çabalamaktadır. Amerika’da, yeni-muhafazakârlar, kapitalizm ve özgürlüğe olan politik bağlılıklarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Müslümanların da aynı duygu ve eğilimlere sahip olmaları, ne şaşılacak ne de korkulacak bir durumdur; sadece doğası gereği kaçınılmazdır.
-DEVAMI YARIN-