Vaktiyle, memleketin birinde, yolcular uçaktaki yerlerini almış, uçağın hareket etmesini beklemektedirler. O sırada bir servis aracı uçağın yanına yaklaşır.
Pilot, servis aracından iner ve uçağa yönelir. Ancak tuhaf görüntü yolcuların dikkatini çeker.
Pilotun elinde bir baston, kolunda ise üzerinde üç nokta bulunan bir bant vardır ve pilot yolunu ancak eğitimli bir köpeğin yardımıyla ve sağa sola çarparak bulabilmektedir.
Kendilerine kamera şakası yapıldığını zanneden yolcular, görme engelli pilot görüntüsünü pek de ciddiye almazlar.
Pilot uçağa biner, uçuş izni verilir ve uçak son sürat pistte ilerler. Pistin sonuna yaklaşan uçak bir türlü kalkışa geçmeyince yolcular hep bir ağızdan çığlık atmaya başlar. Çığlık sesiyle birlikte pilot levyeyi kaldırır ve uçak kalkışa geçer.
Rahat bir nefes alan pilot, yardımcısına dönerek şöyle söyler: “Korkarım ki yolcular bir gün çığlık atmakta gecikecekler ve sonra hepimiz ölüp gideceğiz…”
21 Ağustos’ta kaybolan ve 8 Eylül’de cesedi bulunan Narin cinayetinde her geçen gün yeni gelişmeler yaşanıyor.
Kamuoyunun ortak kanaati şu ki basın ve sosyal medya işin peşine bu kadar düşmese idi, Narin dosyasının soruşturması bu kadar derinleşmeyecek, belki de çoktan dosyanın üstü kapatılacaktı.
Türkiye öyle bir ülke haline geldi ki bebek ve kadın ölümleri, hayvanlara işkence ve bazı fikir suçları gibi toplumsal hadiselerde, adalet ancak bir kamuoyu tepkisi oluşursa tecelli edebiliyor.
Bu tür hadiseler meydana geldiğinde, vatandaş evvela; suçun failleri hakkında gereğinin yapılması ve mağdurların korunması noktasında yargıdan somut adımlar atılmasını bekliyor.
Yani yargının görevini ihmal ediyor oluşu seçeneği vatandaşın aklının ucundan dahi geçmediğinden, hâkim-savcıların kör ve sağırmış gibi davranmalarını halk ciddiye almıyor ve yaşananları bir tür kamera şakası zannediyor.
Somut adımlar atılmadığını gören vatandaş; bakıyor ki soruşturma dosyası güme gidecek ve uçak pistten aşağı düşecek, başlıyor çığlık atmaya. Ve hâkim ve savcılar kamuoyu tepkisiyle birazcık olsun hizaya getiriliyor.
Halkın kamuoyu tepkisi oluşturamadığı soruşturmalarda ise mağdurlar canının yandığıyla kalıyor.
Hâkim ve savcıların kör ve sağırmış gibi davranmaları garabetini Akıl Misafiri köşesinde zaten çokça okudunuz.
Pekâlâ, bazı adi suçlarda dahi tepkisini koyan ve yargıyı hizaya getiren vatandaş, nasıl oluyor da Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına Türk yargısının uymuyor oluşuna hiç itiraz etmiyor? Hatta AYM ve AİHM kararlarına uyulmaması ülkemizde haber değeri dahi taşımıyor. Örnek, Yüksel Yalçınkaya kararı…
Siz zaten cevabı tahmin ediyorsunuzdur. Bu yüzden bu yazımızda biz, iktidarı değil iktidarın oyununa gelen vatandaşlarımızı eleştireceğiz.
Dere yatağına evler inşa eden iktidar yargısı AYM’de ve AİHM’de mahkemelik oluyor. Mahkeme, bilirkişiden rapor alıyor ve “dere yatağına ev yapamazsın, neticesi felaket olur” deyip yıkım kararı veriyor.
Yıkım kararını siyasetine alet eden iktidar ise vatandaşa diyor ki “ey vatandaş, bu AYM ve AİHM bizim evimizi, devletimizi yıkmaya çalışıyor!”
Millî duyguları tahrik edilen vatandaş ise mahkemenin niçin yıkım kararı verdiğiyle ilgilenmiyor ve yıkım kelimesinde takılı kalıyor.
Meşruiyetini iktidarın sorgulattığı bu koca koca mahkemelerin kararlarına iktidar yargısının uymaması ise vatandaşı pek de ilgilendirmiyor.
Henüz sel gelmedi. O halde evlerimiz başımıza yıkılmadan, bari aklımız başına gelsin.