Ferdî hayatımızla ilgili olarak, adaletin ‘İslâm kardeşliği’ne bakan boyutu itibariyle, ‘iman dairesinde’ bulunan herkesi genel olarak kardeşimiz bilmek, muhabbet duymak, duâlarımıza dahil etmek mecburiyeti var.
—Dünden devam—
Peki, ibadet-adalet ilişkisi konusunda neler söylenebilir?
‘Adalet’in tanımında bulunan hakkaniyet, doğruluk, doğru olma, doğru davranma, doğru karar verme gibi ögeleri düşündüğümüz zaman ibadet etmek, ferdî planda ‘adalet’; ibadetsizlik de zulüm oluyor. Söz gelimi, yaratılışımızda var olan insanî özelliklerimizden birisi ‘iyiliğe karşı teşekkürle mukabelede bulunmak’tır; insanî bakımdan ‘doğru’ davranış budur, aksi nankörlük olup insanın insanî gerçekliğine aykırıdır. İbadet bir yönüyle Yaratıcının sayısız nimetlerine karşı ‘teşekkür etmek’ demek olduğu için, mü’min ibadet ederek insanî bakımdan ‘doğru’ olanı yapıyor, Yaratıcının hukukuna karşı olumlu bir tutum ortaya koyuyor, böylece ‘adalet’li bir davranış sergilemiş oluyor. Bunu birçok başka örnekle detaylandırabiliriz. Özü şu: İbadet, Yaratıcıya karşı yapılması gerekeni yapmak ya da yapmaya çalışmak olduğu için adalettir.
Nitekim Risale-i Nur’da, Kur’ân’ın bütününde, bütün sûrelerinde, sûrelerinin bütün âyetlerinde açıkça veya işarî olarak “dört maksat” bulunduğu açıklanırken, bunlar bazen ‘tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet’ diye, bazen de ilk üçü sayıldıktan sonra dördüncüsü ‘adalet ve ibadet’ şeklinde ikili bir ifadeye yer verilir. Böylece ibadetin aslında adaletin açılımı olduğuna işaret edilir.
Bir de insanın toplumsal hayatı ve bu hayat içinde sorumlulukları var. Adaleti yahut adaletli olmayı bu açıdan nasıl değerlendirebiliriz?
İnsan aynı zamanda toplumsal bir varlık. Aile hayatı var. Akrabalık ilişkileri var. Komşuluk ilişkileri var. Alış veriş yaptığı ticarî hayat var. Muhtelif faaliyetler içinde olduğu sosyal hayatı var… Adalet bütün bu alanları kapsar. Fıtratın dillendirdiği, vahyin vurguladığı, sünnetin uygulama örnekleriyle somutlaştırdığı ‘adalet’ prensipleri var. Bunlara bağlı kalınması ‘adaletin’ ihlâl edilmesi ise ‘zulmü’ netice verir. Bu yüzden İslâm bu alanlara dair birçok hüküm koymuştur. Mü’minin sosyal alanda adaleti tatbik edebilmesi için bu hükümlere uymaya çalışarak yaşaması gerekir. Meselâ, aile hayatı açısından bir babanın veya annenin aile içinde görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi adalet, ihmali ya da terki zulümdür. Söz gelimi, ebeveynlerin çocuklar arasında hak ve hukuk açısından ayrım yapmaları adaletsizliktir, zulümdür. Komşuluk ilişkilerinde, komşuluk hukukunu gözetmek adalet, buna aldırış etmemek adaletsizliktir, zulümdür. Yine söz gelimi, alış verişlerde ölçü ve tartıya dikkat etmek adalet, duyarsızlık göstermek zulümdür.
İslâm’ın ‘adalet dini’ olarak anılması, sosyal hayatla ilgili olarak konulan bu hükümlerle de alâkalı herhalde?
Elbette. İslâm, diğer sıfatları yanında ‘âdil’ olan Rabbimizden gelen, daha doğrusu gönderilen din olması hasebiyle hikmet, rahmet dini olduğu gibi adalet dinidir de. Onun adalete aykırı hiçbir hükmü söz konusu değildir. İşârâtü’l İ’câz’da Üstad Hazretleri insanın tek başına yaşamayacağını, bir toplumda yaşamasının zorunlu olduğunu, ama öte yandan insanın birtakım duygularına (imtihan gereği) sınır konulmadığı için toplum hayatında birtakım haddi aşmaların ve tecavüzlerin söz konusu olabileceğini belirttikten sonra şöyle diyor: “Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye içinde çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte ‘adalet’e muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı adaleti idrakten âciz olduğundan küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır” diye ekliyor, sonra da bunun icrası için Peygambere ihtiyaç olduğunu belirtip peygamberliği temellendirmeye yönelik açıklamalar yapıyor. Sözün özü, evet, İslâm toplumsal hayata dönük olarak adaleti tesis edici hükümler koymuş olup mü’minin bu hükümleri hayatına yansıtması gerekiyor.
Gayet kısa olarak adaletin devlet idaresine bakan boyutuna işaret eder misiniz?
Bilindiği gibi devlet, yaygın tanımı itibariyle, ‘toprak bütünlüğüne bağlı olarak bir milletin yasama, icra ve yargı olarak teşkilâtlanmış halidir.’ Tüzel bir kişiliktir. Burada İslâm’ın ‘devlet nazariyesi nedir?’ gibi mevzu harici konulara girmeksizin şunu kaydetmeliyiz ki, ister İslâm adına tesis edildiği iddiasına oturan bir mekanizma olsun, ister modern ulus devlet olsun, devlet; tanımı ve fonksiyonu gereği ‘kendisini var eden milletine, milleti oluşturan fertlere, hiçbir ayırım gözetmeden hak ve hürriyetler konusunda eşit davranmak, onların başta mal ve can güvenliği olmak üzere her türlü hak ve hukukunu temin etmek kısacası ‘adalet’i sağlamak mecburiyetindedir. Bu yüzden, zaman zaman çeşitli kişi ve çevrelerce dillendirilen ‘devletin dini adalettir’ yaklaşımı kayda değerdir. Devlet aygıtında ‘adaleti sağlamak’ sadece yargı alanında değil, devletin yasamadan icra ve denetime kadar bütün faaliyet alanlarında en öncelikli görevlerinden birisidir. Yargılama ise tamamıyla bağımsız, tarafsız, ayrıcalıksız olarak gerçekleştirilmek mecburiyetindedir. İslâm’ın bu konuda çok temel evrensel prensipleri vardır. Kur’ân, getirdiği ‘şûrâ, liyakat, işi ehline verme’ gibi şemsiye prensiplerle toplumun huzur ve güvenliğini temin edici esaslar vaz etmiş, hukuk karşısında kimsenin kimseden ayrıcalığının bulunmadığını dile getirmiş, suçun şahsiliğinin altını çizmiş, insan onurunun korunmasını öncelemiş, had cezaları ile toplumda mal, can ve namusa yönelik tecavüzleri önlemek için caydırıcı tedbirler koymuştur. İşte hem geçmiş hem günümüz için hayatî önem taşıyan şey, idarî otoritelerin ‘adalet’ ve ‘adaletin önemi’ne dair hamasi sözler söylemesi değil, bunu bilfiil tam, açık, saydam ve kesintisiz olarak tatbik etmesidir.
Sözü Risale-i Nur’da geçtiğini bildiğimiz ‘adalet-i mahza’ ve ‘adalet-i izafiye’ kavramlarına getirmek istiyorum. Nedir bu kavramlar?
Araştırmacıların belirttiğine göre adaletle ilgili olarak böyle bir ayırım Risale-i Nur’da ortaya konuluyor. Adalet-i mahza terkip olarak ‘tam adalet’, adalet-i izafiye de ‘göreceli adalet’ demek oluyor. Bediüzzaman bunu daha çok insan hakları bağlamında ele alıyor.
O, Maide Sûresi’nin 32. âyetine atıf yaparak şöyle diyor: “Adalet-i mahza-i Kur’âniye; bir masumun hayatını ve kanını hatta umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için ferdin hukukunu nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevî adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır.” Hemen ardından da şu hayatî prensibin altını çiziyor: “Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.”
Adalet-i mahza genelde kolay anlaşılıyor, ama adalet-i izafiyeyi biraz daha netleştirmek gerekiyor galiba?
İki hususa değinmek gerekiyor. Bir, Üstad Hazretleri’nin Cemel Vak’asını tahlil ederken yaptığı açıklamalar; iki, adalet-i izafiyenin bir çeşit ehven-i şer olduğunu söylemesi. Tarihi olarak, bilindiği gibi Cemel Vak’asını tahlil ederken Bediüzzaman, Hz. Ali’nin adalet-i mahzayı esas alıp o esas üzerine gitmek için içtihat ettiğini, muarızlarının ise dönemin adalet-i mahza ile amel etmeye müsait olmadığını düşünüp adalet-i izafiye ile amel etme konusunda içtihat ettiğini, sonra da olayın tarihte vuku bulduğu şekilde gerçekleştiğini kaydediyor; buna bağlı olarak da, ‘her ne kadar Hz. Ali içtihadında haklı ise de karşı taraf da içtihatta bulunduğu için onlar da mazurdur’ mealinde bir yorum yapıyor.
Cemel Vak’asında adalet-i izafiyeyi esas alan Hz. Ayşe ve taraftarlarının argümanları ne idi?
Tarih kaynaklarına baktığımızda gördüğümüz şudur: Hz. Osman’ın hilâfetinin son yıllarında Mısır, Basra ve Kufe’de kendini gösteren ihtilâf ve kargaşalar isyancı grupların ortaya çıkmasına vesile olmuş ve bu gruplar Medine’ye gelerek önce halifenin evini muhasara altına almış, sonra da Mısırlı birkaç kişi evine girerek halifeyi öldürmüşlerdir. Hz. Ali hilâfete gelince muarızları Hz. Ali’den derhal Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırmasını istemişlerdir. Hz. Ali ise baktığında, tablonun bulanık olduğunu, meselâ isyancıların katilleri vermek ya da göstermek yerine, hep birlikte “onu biz öldürdük” dediklerini dikkate alarak, ortalığın sakinleşmesini beklemenin daha doğru olduğunu, aksi halde birtakım masum insanların öldürülmesi gibi azîm bir suçun söz konusu olabileceğini düşünmüştür. Muarızları ise Hz. Ömer dönemindeki fetihlerle İslâm coğrafyasının genişlediğini, pek çok kabilenin ve kitlenin İslâm dairesine girdiğini, ancak bunların İslâm’la bağlarının zayıf olduğunu, sosyal kargaşanın daha da büyümemesi için bir an önce katillerin bulunup cezalandırılmasının âciliyet kesbettiğini ifade etmişlerdir. Başka bir ifadeyle Hz. Ali’nin muarızları, durumun nazikliğini hesaba katarak halifenin bir an önce harekete geçmesini, vakit kaybının toplumun aleyhine olacağını, zira başta Hz. Osman’ın yakınları olmak üzere Ümeyye oğullarının ciddî sorun çıkartacağını değerlendirmişlerdir. Nitekim sonraki gelişmeler bunu teyit etmiş, Hz. Osman’la kan bağı bulunan Hz. Muaviye b. Ebî Süfyan, Hz. Ali’nin kendisini Şam valiliğinden alma kararını uygulamaya koymamış, devam eden süreçte siyasî ve sosyal kargaşa katlanarak artmış, Cemel Vak’asından başka Müslümanlar Sıffîn ve Nehrevan’da iki dahilî muharebe yaşamışlardır. Yani olaylar Hz. Ayşe ve taraftarlarının ‘adalet-i mahza’nın tatbikinde güçlükler olduğu’ yolundaki görüşlerinin temelsiz olmadığını ortaya koymuştur. Ancak bu içtihatla, Hz. Ali’nin Ümeyye oğullarının talebini yerine getirme adına, Hz. Osman’ın katli ile ilişkisi olup olmadığı iyice ortaya çıkmadan, bazı muhaliflerin şüpheye dayalı olarak –kısas yapılmak suretiyle- öldürülmesini doğru bulmayan içtihadı kıyaslandığında, Hz. Ali’nin içtihadı daha sağlıklı görülmüştür. Zira halifenin katli ile ilgisi olmayan bir kişinin öldürülmesi bile Kur’ân nazarında ‘bütün insanların öldürülmesi gibi’ değerlendirilmiştir.
İkinci husus olarak adalet-i izafiyenin bir çeşit ehven-i şer olmasını nasıl anlamak gerekiyor?
Terkip olarak ‘şerrin en hafif olanı’ anlamına gelen ‘ehven-i şer’ bir fıkıh terimi olarak geniş açıklamalara konu olmuştur. Özü itibariyle, ‘bir kimsenin iki yahut daha fazla şer arasında, birisini tercih etme zorunda bırakılması halinde en hafifi olanını seçmesi’ demektir. Temelini bazı âyet ve hadislerin işaretlerinden alan, aklî bakımdan da makul görünen bu kavramda anahtar kelime ‘mecburiyet’tir. Zorunluluğun söz konusu olmadığı yerlerde bu hükmün geçerliliğinin olamayacağı aşikârdır. Diğer taraftan Üstad Hazretleri ‘adalet-i izafiye’ için ‘bir nevi ehven-i şer’ demesi, bu iki kavramın birbiriyle aynı olmadığını, ehven-i şerrin daha kapsamlı, adalet-i izafiyenin bunun içinde yer aldığını gösteriyor. Öte yandan literatüre bakıldığında ehven-i şer terkibinin daha çok özel hukuka yönelik alanlarda, adalet-i izafiyenin ise insan hak ve hürriyetlerine yönelik alanlarda kullanıldığı görülüyor. Üstad Hazretleri her iki terimle ilgili olarak da çok ayrıntıya girmeden gayet anlaşılır tanım ve basit örneklerle konuyu nazarımıza sunuyor. Hatırlamak gerekirse, Muhakemat’ta –mealen-, ‘küçük bir şer için büyük bir hayrı terk etmenin büyük bir şer olacağını’ söylüyor ve arkasından ‘ehven-i şerri ihtiyar etmek elzemdir’ diyor. Mektubat’ta verdiği bir misalde, ‘kangren olmuş bir parmağın kesilmesinin hayır, iyi olduğunu, halbuki bunun zahiren bir şer olduğunu, ancak parmak kesilmezse el kesileceği için şerr-i kesir olacağını’ ifade ediyor. Adalet-i izafiyeyi ise adalet-i mahzanın uygulanmasına imkân olmadığı durumla sınırlıyor. Nitekim Cemel Vak’asında Hz. Ayşe ve taraftarlarının içtihadı böyle bir temele dayanıyordu, diyor. Diğer taraftan, adalet-i mahzanın çok önemli bir yönü ile ilgili olan ‘suçun şahsiliği’ konusunda, hemen herkesin bildiği, çok ikna edici ‘dokuz masum ile bir câninin bulunduğu gemi’ analojisi üzerinden anlatıyor. Yani bir gemide dokuz masum ile birlikte bir câni varsa, bu geminin hiçbir kanun-u adaletle batırılmayacağını, batırılırsa korkunç bir zulüm olacağını, hatta bir gemide dokuz câni, bir masum olsa bile o tek masumun hatırı için o geminin ‘kanun-u adalet’le batırılmayacağını dile getiriyor. Sonra da bunu ‘uhuvvet-i İslâmiye’ üzerinden harika bir izaha kavuşturuyor.
Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye terimleri üzerinden konuyu güncele taşırsak neler söyleyebiliriz?
Konuyu iki boyutta ele almak lâzım. Bir, ferdî hayatımız açısından İslâm kardeşliğine bakan yönü; iki, siyasî iktidarın bazı uygulamaları. İkincisi Yeni Asya’da çok yazılıp çizildiği için burada ilk boyutuna dikkat çekebiliriz. Ferdî hayatımızla ilgili olarak, konunun ‘İslâm kardeşliği’ne bakan boyutu itibariyle, ‘iman dairesinde’ bulunan herkesi genel olarak kardeşimiz bilmek, muhabbet duymak, duâlarımıza dahil etmek mecburiyeti var. Zira gemi analojisini hatırlarsak Bediüzzaman orada mü’mini bir gemiye benzetiyor, onun iman ve İslâmla ilgili bütün sıfatlarımı masum vasıflar, bizce eleştiri konusu olan hata ya da yanlışlarını ‘câni’ vasıf olarak anıyor, söz konusu geminin batırılamayacağı gibi bir mü’mine hatasından dolayı kin ve düşmanlık beslenerek onun manen batırılamayacağını söylüyor. Bu çok dikkat çekici bir yaklaşımdır. Bunu yaşamada çoğumuz veya bir kısmımız, çoğu defa veya bazen zorluk çekiyor, dolayısıyla ‘âdil’ olamıyor ve zulme düşüyoruz. Bu, elbette bize göre mü’min bir kardeşimizin hatalı yahut yanlışını ‘hatalı yahut yanlış olmaktan çıkarmak’ anlamına gelmiyor. Hata hatadır, kusur kusurdur, yanlış yanlıştır. Bir mü’min olarak iman dairesindeki kardeşimizin hata veya yanlışlığını usûlünce düzeltmeye çalışabilir, yapamıyorsak, gıyabında duâ eder, istikamet dileriz, dilemeliyiz. Ama asla iman kardeşimize karşı, genel anlamda düşmanca duygu ve tutum geliştiremeyiz. Bugün maalesef bırakalım iman dairesini, aynı meslek ve meşreb içinde bulunan insanlar bile birbirlerine karşı insafsızca, zalimce tutum ve davranışlar sergileyebiliyorlar. Çok dikkat etmek ve Allah’a sığınmak lâzım!