Bu mektup eski Milliyet yazarlarından ve şimdi kendisi de dünyada olmayan Hasan Pulur’a bir internet sitesi aracılığı ile onu tanıyan bir yazarın ısrarı üzerine yazılmıştır. Ölüm dünya ölene kadar gündemini kaybetmeyen bir tazelik... Kâr zararın nasıl kardeşiyse; ölüm de hayatın... Aradan su gibi yıllar geçmiş. Ölüme daha bir yaklaşmışız. Aslında her taziye kendimize...
Notun notu: Zamandan mütevellit yazıda biraz değişikliğe gidilmiş; eksiltmeler olmuştur.
*
Ama gelir acılar, ayrılıklar ve ölümler.
***
İnsan, değil misiniz; size bunlar diye...
İster “hediye paketi” diye alın...
İster “bigane” kalın...
Ne fark eder ki... Sizin bunlar, sizin!
***
Ayrılık ne kadar sizinse; kavuşmak da öyle...
İnsan yanlarımıza bir şeyler söylüyor başımıza gelen her şey... Gelmeyenler de...
***
Varlığın kendisi hediye değil mi! Hiç doğmayabilirdik! Gerçi, Haşmet Babaoğlu bir röportajında “dünyaya gelmemeyi” tercih ederdim, diyor da... Var olmak güzel... Hele de insan olmak...
***
Sonsuz fotoğrafın içinde olanların adını hep eksik/fazla koruz hakikattan habersizsek. Hakikat neyse onu bileceğiz demek. Hayat ne demek? Ölüm ne demek? Nerden geldik, niçin ve nereye böyle?
***
Aslında sormadan yaşayalım diye önümüze olmadık oyuncaklar atmışlar. Hepsini bir tebessümle mi seyredeceğiz; yok elimizin tersiyle mi iteceğiz; daldırıp oyun denizine bedenimizi, nedenimizi... öyle mi gideceğiz! Aynada bakacağız anlaşılan hal-i pür sorularımıza...
***
Anadolu’da “Dâvet hak; varmak yok!” derler. “Hayat” dâvetini aldık; koşa koşa geldik her halde ki... burdayız. Bir de kardeşi “ölüm”ün dâveti var hayatın. Sevinmeli ki... bu ölüm de fani; bir dünyalık; o kadar! Sonra... hayat... yine bizimle... Hem kesinti olmadığı söylenir ölümün ki kafama yatar. Hayatımız ölümle devam ediyor ve kısa uykudan sonra sonsuz uyanıklık. Artık ne ölüm ne zulüm, ne savaşlar, ne bombalar, ne yangınlar, ne açlık ne, ne, ne...
***
Yanımda çekirdekler taşımaya çalışırım. Kayısı, badem, hurma ve saire... Dağıtırım da bunlardan. Avcuna bırakırım kâh tanıdık kâh “yabancı” birilerinin. Ölümden korkmamanın yollarını çekirdekten ders alalım diye... Çekirdek öldüğü için çiçek çiçek gülmüyor mu! Kabuğunu kırıp ağaç oluyor. Karanlıktan korkmadı; bahar Cennetlere çıkayım diye...
***
İyi ki Haşir Risalesi yazılmış. Hayatımda görmediğim baharları, Cennetleri gösterdi bana. Ölümün rengini öğrendim orada; siyah değilmiş meğer; görünüşü dışında. Ağlamanın gülmenin adını koydum. Mezarlıktan geçerken şarkı söylememeyi öğrendim oradan. Bütün ölüm şairlerinin, ölümle arası iyi olmayan herkesin Haşir Risalesi’ni okumasını isterim. Bu ölüm madem ki bize geliyor. Madem ki ürpertiyor bizi ölüm gecesi.
(Tevekkeli... Tam da bu ölüm yazısını yazarken telefon çalıyor ve bir dostun ölüm haberini veriyor arkadaşım, azıcık da ağabeyim, diyor ki benim sıram ne zaman acep!)
***
Ölüm geceyse eğer bunun sabahının olacağını öyle bir tattım ki Haşir Risalesi’nde/n... Sonbahar hüznünün baharı müjdelediğini öyle bir gördüm ki orda... Ölüm gecesini düğün gecesi görmek isteyenlere tavsiye ederim.
Yunus:
“Ölür ise ten ölür;/ Canlar ölesi değil.” derken, bu ayrılıkların “teneffüs arası” olduğunu hatırlatıyor.
Yine der ki: “Ölümden ne korkarsın; / Korkma ebedî varsın.”
ÇEKİRDEĞİ KOCAMAN AĞAÇ YAPAN, BİZİ TOPRAKTA ÖYLECE/ÖLÜMLÜCE BIRAKIR MI!
ÇEKİRDEKTEN DAHA MI AZ DEĞERİMİZ!
Acılı Ağabey,
Bunları bizim dememiz kolay, ama ölümle hepimiz içli dışlıyız.
Yarım elma; gönül alma, olsun bu satırlar ve başınız sağ olsun.
O Sonsuz Sağ olduktan sonra ölüm ne yapabilir ki bize şairin dediği gibi...
Selâm ve sabır ile...
25 Ağustos 2010