İstişareyi, azıcık aklı olan herkes yapar. Hiç şüphe yok ki, Fir’avun da, Nemrut da istişare ederdi. Bunlar, başkalarını dinler belki, ama son kararı kendileri verirlerdi. Demek bu şekilde istişare etmek büyük bir meziyet sayılmaz.
Meşveret ise istişarenin kurumsallaşmış şeklidir ki, işin sahipleri ve ehilleri tarafından, hakkı bulmak niyetiyle yapılan, ama kararları katılanları bağlayan istişarelerdir. Burada sorumluluk da şahsa değil, şûrâya aittir.
Bu tür bir istişareyi ise sadece seçkin olanlar ve “bu zamanın, cemaat zamanı” olduğuna inananlar yapar. Bunlar enelerini şahs-ı ma-nevî havuzuna atanlardır.
Fetanet sahibi ve vahiyle müeyyed bir peygambere bile “istişare etmesi” emredildiğine göre 1 sıradan bir insanın evleviyetle istişare etmesi gerektiği açıktır.
“Ve emruhüm şûrâ beynehüm” yani “onların işleri aralarında şûrâ ile olur” âyeti 2 ise gelişigüzel bir danışmayı değil, yetkili ve sorumlu bir şûrâyı öne çıkarmakta ve önceki âyette belirtilen istişarenin en ideal olan şeklini açıklamaktadır.
İSABET Mİ DAHA ÖNEMLİ, YOKSA TESANÜD MÜ?
Elbette meşveret kararlarında hem isabet, hem de ittifak, yani tesanüd olursa nurun alâ nurdur.
Peki, ya ikisi bir arada olmazsa -ki, çoğu zaman olmaz-ne olur?
Böyle durumlarda “bizce isabetli olan kendi fikrimize” yapışıp ayrı hava çalmak mı, yoksa çoğunluğun “bizce yanlış olan” fikrine uyup tesanüdü korumak mı daha doğru olur?
İşte asıl mesele bu.
“Ben bilirim” diyen, “ehakk” için mücadeleyi meşrû zanneden ve hakkın da taaddüt edebileceğini göz ardı edenlerin her zaman iddia ettiği gibi, meşveretten de “hatalı karar” çıkma ihtimali inkâr edilemez. Her ne kadar ferdî görüşlerin hata ihtimaline kıyaslandığında katbekat az olsa bile bu ihtimal yine de vardır. Yani meşveretin de isabet garantisi yoktur.
Fakat tesanüd garantisi vardır. Zira tesanüdün yolu “imtizac-ı efkâr” ile, yani meşveret ile olabilir. O da ittihadı netice verir.
Ve bize öncelikle lâzım ve elzem olan ittihad ve tesanüdtür.
Zira tesanüd korunduktan sonra hatanın sonuçları ortaya çıktığında geri dönüp düzeltmek mümkün olur. Halbuki tesanüd bir defa bozulursa geri dönüş çok zordur.
O yüzdendir ki “el-Hataü bi’ş-şûrâ, evlâ mine’s-savâbi bi-dûni’ş-şûrâ.” Yani “Şûrâya uyarak hata yapmak, şûrâya karşı gelip isabetli olmaktan evlâdır”3 buyrulmuştur.
“BANA SİZİN HİZMETİNİZ DEĞİL, TESANÜDÜNÜZ LÂZIM!”
Konya Nur Talebeleri 1959’larda camilerde namazdan sonra küçük halkalarla Risale-i Nurlar’ı okumaya başlamışlardı. Bu, alışılmış bir hizmet tarzı değildi. Üstelik zamanın valisini tedirgin etmiş, takibatlar ve tazyikatlar başlatılmıştı.
Bu yüzden bazı talebeler, bu tarz hizmeti yanlış buluyor ve “sırran tenevverat” düsturuna da uymadığını söylüyordu.
Her iki görüş sahipleri, aralarındaki tartışmalar büyüyünce, hakem olması için temsilcilerini Üstad’a gönderdiler. Üstad Bediüzzaman (ra) iki tarafa da yüz vermedi ve: “Kardeşim! Sizin (orada) hizmetinize ihtiyaç yoktur. Aranızda tesanüde ihtiyaç vardır” dedi. 4
Bir başka zaman ise: “Siz hizmeti düşünmeyin! Hizmeti en muhalife dahî Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz, uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüdtür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur” 5 demişti.
İSTİŞAREDE SÜNNET OLAN TESANÜD İÇİN MEŞVERETE UYMAKTIR
Allah Rasûlü (asm) Uhut Harbi öncesindeki rüyasında, kendini sağlam bir zırh içinde görmüştü. Kılıcının ucunda bir kırık oluşmuştu. Ayrıca bir öküzün ve ardından da bir koçun boğazlandığını görmüştü.
Bunları nasıl yorumladığı kendisine sorulduğunda: “Sağlam zırh giyinmemi, Medine’ye (Medine’de kalmanın koruyucu olacağına) yordum. Bana ait bir öküzün boğazlanması ashabımdan bazı kişilerin öldürülmeleridir. Kılıcımın ağzında bir gedik açılması ise Ehl-i Beytimden bir zâtın öldürülmesidir” buyurmuştu. 6
Rüya yorumunu en iyi bilen ve rüyaları sadık olan bir peygamberin, üstelik hayatî bir konuda, rüya ile amel etmek yerine cesur, ama henüz tecrübesiz olan gençlerin bulunduğu bir meclisle istişare etmesi ve çoğunluk karşısında kendi görüşünü terk etmesi -hâşâ- yanlış olabilir mi?
Demek istişarede asıl sünnet olan, hakkı bulmak niyetiyle yapılmış bir meşverette “bize göre yanlış olsa bile” çoğunluğun reyine tabi olmaktır. Peygamber Efendimizin (asm) yaptığı da tam olarak budur.
SUAL: Peki, ya meşverette ehil olmayanlar da varsa? Böyle bir meşveretten çıkacak karar, ne kadar isabetli ve muteber olabilir?
CEVAP: Bu soruyu biraz daha zorlaştırıp öyle cevaplayalım. “Meşverette, -değil ehl-i iman- Ermeni ve Rum gibi gayr-i müslimler bulunsa, dünya işlerinde, çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği böyle bir meclisin, asılla ilgili olmayan reyleri muteber olabilir mi” diye soralım ve buna Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta verdiği cevabı hatırlayalım.
En geniş tedbir ve siyaset dairelerinde meşveret ve şûrâyı savunan Üstad Nursî’nin (ra) dar dairelerde bu yöntemlerden başkasına iltifat etmesi ve onay vermesi mümkün mü?
O yüzden Bediüzzaman Hazretleri, talebelerini ne kendi etrafında, ne de meziyet sahibi bir başka şahsın etrafında değil, Kur’ânî prensiplerin ve has heyetlerin etrafında toplamış, hizmeti de onların meşveretine bırakmıştır. Zira makamları çok parlak da olsa bu zamanda şahıs evliyalar, toplum mühendislikleriyle bir anda gözden düşürülebilmekte veya ifsat edilebilmektedir.
O halde herkes kendine söylesin diye işte Üstad’ın kendine söyledikleri: “Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîlerini tevkil eyle; o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.” 7
“LİDERLİK” YAPACAKSAN YA SUYU İÇERSİN, YA DA...
Vaktiyle huzur içinde yaşayan bir şehir varmış. Kralları âdil ve raiyetperver biriymiş.
Oradan geçen kötü kalpli bir büyücü, haset edip bu şehrin tek içme suyu kaynağı olan kuyuya kötü bir büyü atmış.
Bilmeden o kuyudan su içen ahali delirmeye başlamış. Atılan büyünün etkisiyle birkaç gün içinde şehirde aklını kaybetmeyen hiç kimse kalmamış. Bütün ahâli sokaklarda neşeli ve komik mecnunlar suretini almış.
Sarayın balkonundan ahalinin bu vaziyetini gören ve üzülen krala, yanındaki veziri: “Efendim! Daha sarayda hepimize bir ay yetecek kadar temiz su var” deyince kralın isteği şu olmuş:
“Suyu o kuyudan getirin. Artık biz de içelim!”
Kral yanlış mı yapmış? Sen ne yapardın?
Dipnotlar:
1) bk. Âl-i İmrân 3/159.
2) Şûrâ 42/38.
3) Osmanlı uleması meşrûtiyeti savunurken bu hadis-i şerife de atıf yapıyordu. bk. TDV İslâm Ans. “Meşrutiyet” md.
4) bk. N. ŞAHİNER, S. Şahitler, III/99, 287-295, 364.
5) N. ŞAHİNER, age, IV/129.
6) bk. M. Asım KÖKSAL, İslâm Tarihi, IV/491.
7) 14. Şuâ.