Bir hane düşünelim.
Çok küçük olsun. İçinde sadece biz varız. Her altı ayda bir, biz içinde olduğumuz halde hanenin duvarları yıkılıp yeniden yapılıyor. Hane sürekli değişiyor. Ama biz içinde durmaya devam ediyoruz. O hane beden, içindeki “ben” de ruhtur.
Şimdi de, bulunduğumuz yaş kadar geriye gidelim. Tâ annemizin rahmindeki dört aylık halimize dönelim. Bir avuca sığan o canlı bedene bir de ruh veriliyor. Beden her sene iki defa değiştirildiği halde değişmeyen bir “hakîkat-i sâbite” ve bir cevher, tekamül ederek bu güne geliyor. O cevher, ruhtur.
Akan zamanın suyu dondurulsa, her yıl içindeki bedenimize hayalen baksak, onlarla bu günkü bedenimiz arasında ne kadar büyük farklar ortaya çıktığını, ama buna rağmen bir “ben”in hep var olmaya devam ettiğini görürüz. O “hakîkat-i zîşuur” ve o bilinç ruhtur.
“Külliyet kesbetmeye müstaid” olduğundan, yıkılan ve toprağa karışan onlarca bedende bulunmuş ve onların üzerinde çığ gibi yuvarlanıp hakikatini büyüterek bugüne gelmiş ve adeta bir fihriste olmuştur.
“Ben bu anda seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar. Şu Said, yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir... Ben onların üstünde yuvarlandım. Nasıl ki, şimdi o merhalelerde daima ben benim. Öyle de, mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim.” 1
***
İnsanın esasen canlı olan çekirdeği (embriyo) anne rahminde teşekkül etmeye başlar. Belli bir merhalede bu bedene algılayıcı ve bilici bir öz daha eklenir. İşte bu öz, ruhtur.
Bu işlem, zaten var olan biyolojik canlılıktan öte bir işlemdir. Zira Kur’ân’da ceninin gelişim merhaleleri sayıldıktan sonra “başka bir yaratma”dan 2 daha söz edilir ki, bu safha, o cenine ruhun üflenmesidir.
Cilâsız madenî bir levha düşünelim. Sonra levhaya cilâ vermeye başlayalım. Levha tam cilâlanıp güneşin onda aksetmesine elverişli hale geldiğinde güneşin sureti o levhada görünmeye başlar. İşte “Onu tesviye etti ve ruhundan ruh üfledi” âyeti, 3 canlı olan nutfenin belli merhalede İlâhî tecelliye cami bir mazhar haline getirilişini ve ruhun verilişini ifade etmektedir.
Ceset ruhun hanesidir, libası değildir. “Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılaf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyleyse mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz; yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.” 4 Demek ruh bedenden ayrılırken müktesebatının ruhaniyetinden teşekkül etmiş misalî bir bedene bürünür. 5
Evet, ana rahmindeki cenine 120 günlük teşekkül döneminden sonra Allah’ın gönderdiği bir melek tarafından ruh üflenir. Ölüm anında da meleklerce ruh bedenden alınır. 6 Ölürken insanın gözüyle izlediği şey, aslında çekilip alınan ruhudur. 7 “Ruh bizâtihî kaimdir. (Bedene muhtaç değildir.) Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar.” 8
Ölümden sonra ruhun bulunduğu âlem berzahtır. Burası -Allahü â’lem- Hz. Peygamber’in (asm) Mi’racda gördüğü birinci kat semâ boyutudur. Dünya semasının dış yüzüdür. (Haşiye). Resûl-ü Zîşan (asm) burada mü’minlerin ruhlarını Hz. Âdem’in (as) sağında, kâfirlerin ruhlarını da onun solunda görmüştür. Yalnız ruhun varacağı yer ve göreceği muamele, kazandığı derecesine göre çok çeşitli şekillerde olabilmektedir. 9
Ruh, maddî ve manevî âlemlerden gelen bilgileri işleyebilir. Ölümde bedenle irtibatı kesilir belki, ama şuuru ve idraki devam eder. Nitekim “Kabirde aklımız bize iade edilecek mi?” diye soran Hz. Ömer’e (ra), Sevgili Peygamberimiz (asm): “Evet. Bugünkü haliniz gibi (aklımız başımızda) olacak” cevabını vermiştir. 10
“Şu âlem-i berzahta bulunan ve ahirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki” sadık bir rüya onlarla münasebet kurmak için kâfi gelebilir.
Hz. İsa’nın (as) mu’cizesinden ilham alarak kıyametten önce “ölüme de muvakkat hayat rengi” verileceğinin bildirilmesi 11 ruhun cesede dönmesi ile değil, belki -Allahü â’lem- “hayvanî ruh” denilen canlılığın muvakkaten yeniden kazandırılmasıyla gerçekleşecektir. Zira uykuda da biyolojik canlılık devam etmekle beraber ruhlar (enfüs) alınmaktadır. 12
Demek ruh, canlılığa karılan ilâve bir idrak ve şuurdur. Evet ruh sadece zîhayat değil, aynı zamanda zîşuurdur. “Zîşuur bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî”dir.
***
Şimdi de “bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülatını” düşünelim. Hayat verilen bu programa şuur da verilseydi, bu program o ağacın ruhu olurdu.
Ruh “zîhayat bir kanun-u emirdir.” İlâhî “kün” emirlerinin hayat ve şuur verilmiş bir paketidir. Tabiattaki tekvînî emirlerden yani tabiat kanunlarından farkı “o kanun-u emir, vücud-u hâricî giydirilmiş” olduğundan müstakil bir varlık kazanmıştır.
Ruh, hayattan süzülmüş halis ve safi bir cevherdir. En münevver bir nurdur. O yüzden âlem-i misal aynalarındaki binler yansısı dahî aynı hâsiyete malik olur.
Nur gibi, esir gibi seyyâlât-ı lâtîfe maddeler, ruha yakın ve münasip olduğundan bunlardan dahî şuur sahibi yani kendini ve Rabbini bilen melâike ve rûhânî varlıklar yaratılmaktadır. Hatta karanlıktan, ışıktan, nardan, nurdan, elektrikten, havadan, kokudan, sesten, kelime ve manadan yaratılan ruhlar da vardır.13
Yalnız insan ruhunun cevheri meleklerin cevheri türündendir, yani nûrânîdir. Bedenin şekline bürünüp sür’atle hareket edebilir. İlâhî mârifet ve muhabbet ile daha da güçlenir.
***
Ruh, bilmek ve akıl yürütmek gibi insanî niteliklerin de kaynağıdır. Ruh, beyin değildir; belki beyin ve diğer organlar ruhun kullandığı vasıtalardır.
Her ne kadar materyalistler canlılık ve zihni, fizikî-kimyevî süreçlere indirgemeye çalışsalar da, bir defa bilim hayatın maddeden çıktığını ispatlamış değildir.
Saniyen “madde mahdum değil ki, her şey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.”
Hem madde ve zerre hâkim değil ki, gözle görülen kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın gösterdiği yollarda hareket eder. O esas ruhtur ve şuurdur.
Canlılık için, tabiat kanunlarının varlığı yetmez, uygulayıcısı yoksa bunlar itibarîdir. Uygulanıyorsa arkasında fazladan bir güç ve bir ruh olmalıdır.
Hem de madde büyüdükçe değil, aksine azalıp küçüldükçe (mikroplarda olduğu gibi) nur-u hayat ve âsâr-ı ruh şiddetlenir. Sanki madde bir perdedir ki, aralandıkça, arkasındaki hayat, şuur ve ruh belirginleşir.
Biyolojik canlılığı bilgisayara hayat veren elektrik akımına, ruhu ise onu açıp çalıştıran veya kapatan şuurlu bir işletim programına benzetirsek her halde çok yanlış olmaz.
Bilgisayar kapatıldıktan sonra bu programın varlığı devam etse bile o bilgisayar üzerinde bir işlem yapamaması gibi ruh da ölümden sonra haşre kadar bedeni üzerindeki tasarruf imkânını kaybeder; fenâ bulmaz, ama alâkası kesilir.
HAŞİYE: Âyetteki (67/5) “es’Semâe’d-Dünyâ” tabiri, sıfat tamlaması olup “en yakın” veya “en alçaktaki semâ” anlamına gelir ki “Göğün dışı değil içi, fevki değil tahti demektir.” (Elmalı, VII/5188)
Bu semanın bize bakan tarafı, mesabih (yıldızlar) ile süslenmiştir. Öbür yüzüne gelince “Cesetlerini çıkaran ervah-ı emvat izn-i İlâhî ile oraya giderler.” (15. Söz, 2. Basamak)
DİPNOTLAR:
1) İşarât, Âşûrâ.
2) bk. Secde 32/9; Mü’minûn 23/14.
3) Secde 32/9; Sâd 38/72.
4) 29. Söz, 2. Maksat, 1. Esas.
5) Filibeli A. Hilmi, İslâm Tarihi, s. 662.
6) bk. Müsned, II/323, 398; Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6, Enbiyâ, 50.
7) bk. Müslim, Cenâiz, 7, 9; İ. Mâce, Zühd, 31.
8) Barla Lâhikası. 258.
9) Çok farklı görüşler için bk. TDV İslâm Ans. “Ruh” md.
10) Hanbel, Müsned, II/172.
11) 20. Söz, 2. Makam.
12) bk. Zümer 39/42 .
13) bk. 29. Söz, 1. Maksat, 1. Esas.