Günün yorgunluğu ile sığınağımız liman olan evimize kendimizi attık mı; derince bir ‘oh’ çekeriz. Öyle ya, günümüzü kazasız belâsız, musîbetsiz ve hastalıksız tamamlamak kadar güzel ne olabilir ki?
Nice insanlar vardır ki bunlardan yoksun yaşıyorlar. Evinizde sohbet edecek aile ortamı oluşturamadıysanız sizin için ikinci yorgunluk dönemi başlar. Gün boyu içtimaî hayatta karşılaştığınız, duyduğunuz söz ve kelimeler hafızanızdan bir bir şerit halinde gelip geçer.
Kırdığınız kalplerle evine yolladığınız kişiler, hakkına ve hukukuna zarar verdiğiniz dostlarınız aklınıza takılır kalır.
Hanım sizinle sohbet etmek ister. Siz ise gün boyu bütün konuşmaları bitirmiş vaziyette olduğunuzdan sohbet etmek istemezsiniz.
İki taraf da haklı. Sabah evden çıkıp çoluk çocuk nafakası için işin yolunu tutarsınız. Akşama kadar karşılaştığınız kişilerle bütün enerjinizi tüketir eve gelirsiniz. Onlar sizinle dertleşmek isterken siz bir an evvel dinlenmek için şartları zorlarsınız.
Hayat bu mudur? İş güç derken ailemize ayıracak zaman da mı bulamıyoruz? Bunca sıkıntılar çekilerek yaşanan bir ömrün sonunda, geriye dönüp baktığımızda kazanıp kaybettiklerimizin muhasebesini yapabiliyor muyuz?
Dedelerimiz de aynı hayat seyri ile ömürlerini bitirdiler. Başka bir âlemde hayatlarına devam ediyorlar.
Bitmiyor dünya işleri. Bitiremedi dedelerimiz ve babalarımız. Biz de bitiremeyeceğiz. Bitmeyen işlerin peşine bunca hırsla koşup yorulmak ve sonunda yine başa dönmek...
Dedelerimiz ne yaptılarsa babalarımız da aynılarını yaptılar. Biz de aynen babalarımız gibi devam ediyoruz. Bizden sonra gelenler de aynı şekilde bu hayatı devam ettirecekler. Sabah ezanla kalkarım. Sabah gün ışığı doğarken selâmlanan kâinat, aynı zamanda bizi de selâmlıyor. Gecenin üzerine örtü örtüp, yeni bir güne merhaba diyor güneş.
Kâinat kurulduğundan bu yana emre itaat eden bu kadar sadık memurları görmek insana mutluluk veriyor.
Deniz kıyısında uçuşan ve birbirlerine lâf yetiştirmek için öten martılar da aynı işi yapıyorlar. Belki de çok önemli konuları anlatıyorlar bize. Bunların ne mal derdi, ne mekân sıkıntısı, ne de küresel kriz umurlarında değil.
Yorulan bedenlerimizin çektiği sıkıntılara gülüp geçiyorlar. Mal, mülk, tapu, senet gibi dertleri de yok.
Deniz içinde karabataklar da öyle, onların ne üşüme derdi, ne de uyuma sıkıntıları vardır. Yerler, şükrederler. Denizlerin tsunamileri onları fazla etkilemez. Bizim altmış senelik ömürlerimiz onlarda belki de 30 gündür. Yaşarlar, görevlerini yaparlar.
Hayatı biz, sadece bizim hayatımız olarak düşünürüz. Öyle midir acaba? Nice mikro organizmalar yeryüzünde canlı olarak hayatlarına devam ediyorlar. Onlara da bir şekilde rızıkları an ve an gönderiliyor. Denizin altında tonlarca ağırlıklı balinalar da rızıksız kalmıyor.
Bizlere gelince, yarından bile endişe eder duruma geldik. Sanki rızkı veren bizmişiz gibi telâş ve korku ile hayatımızı zindan ediyoruz. Karlı dağların başında yalnız ve kimsesiz düşündüğümüz nice mahluk vardır. Kâinatta denge unsuru olarak yaratılan hayvanların rızıkları nasıl temin ediliyor? Ne yerler? Ne içerler? Üşümezler mi? Bizler kış yaklaşınca odun kömür derdine düşer temin edinceye kadar uykularımız kaçar. Peki, bunlar nasıl yaşarlar? Onları her şarta uyumlu olarak yaratmak da, ancak Yaratıcının eseri olabilir.
Çözümlerin en büyüğü güvendir, sabırdır, çalışmaktır. Başka ne yapılabilir ki?
Sabahtan akşama kadar işi sadece konuşmak olan insanlar; lütfen dinleyin. Millet olarak nice sıkıntılar çekerek bu günlere geldik. Aklımıza, kalbimize ve ruhumuza bunca ıztırap çektirmeye hakkınız var mı? Kötülükler ve sıkıntılardan sonra rahmet gelir. Yeter ki bu inancı taşıyalım...