40. Yıl Röportajları |
İSMAİL TEZER |
Yeni Asya’nın çıkmasını heyecanla beklemiştik |
Yeni Asya ile tanışmanız nasıl oldu? Yeni Asya gazetesini İttihad’la tanıdık. Zonguldak’ta İttihad’ın abonesiydik. Yeni Asya’nın günlük olarak yayınlanacağı haberini, ilânlarını görünce heyecanla onu bekledik.
İttihadı tanımanız nasıl oldu? Meslek lisesinde okurken seçmeli din dersi konulmuştu. O dersi sınıfta sadece ben tercih etmiştim. Edebiyat hocası “Kimler giriyor?” diye sorunca ben parmak kaldırdım. Tabiî adam bize “Vay Nurcu” falan diyerek alay etti. Ben Nurculuğun ne olduğunu dahi bilmiyordum tabiî. Merak ettim. O merakla önce Zonguldak Müftüsüne gittim. Dedim “Hocam kim bu Nurcular? Bana bu Nurcuları gösterin.” Müftü, “Aman evlâdım, sakın onlara bulaşma, onların hepsini hapse atıyorlar, seni de atarlar” dedi. Ama bu, bende iyice merak uyandırdı. Zonguldak’ta her dükkâna girdiğimde “Acaba Nurcular kimler?” diye sormaya başladım. Derken Zonguldak’ın ufak bir nahiyesi olan Kozlu’da Nur Talebeleriyle tanıştım. O tanışmadan sonra tabiî İttihad gazetesini okumaya başladım. Haftalık İttihad’ı iple çekiyor, heyecanlı bir şekilde satır satır okuyorduk lise yıllarında. Aynı zamanda Maden’de çalışıyorum o zaman. Hem işçiyim, hem talebe. Derken Yeni Asya’nın çıkacağını İttihad’daki ilân ve haberlerden öğrendik. Heyecanla bekliyoruz. Kozlu’da oturuyorum, oraya beş tane Yeni Asya gelmişti. O gün hemen gittim, koştum, beş tanesini birden aldım. Ertesi gün dedim ki bayiye: “Bu gazeteyi 10’a çıkart.” “Sen kimsin? Ben senin talimatınla gazete sayısını arttırmam” dedi. İstanbul’a telefon açtım. Dedim ki, “Kozlu’ya beş gazete yetmiyor, 10’a çıkartın.” Ertesi gün tabiî 10 tane gelince bayi şaşırdı. Derken gazetenin tirajını Kozlu’da 60’a kadar çıkarttık. Okul bitince de İstanbul’a geldim. İstanbul’a “Üniversiteye nasıl girebilirim, hangi kurslara gidebilirim?” diye geldim. İlk olarak da Yeni Asya’ya, Şeref Efendi Sokağa geldim. Mehmet Kutlular Ağabeyle tanıştık. Ve o ilk gün, dershanede kalmak için Fatih’e gittik. Fatih’te de o gün akşam dersi vardı. Derse iştirak ettik. Sene 1969. O akşam içeriye sivil ekipler geldi. Tabiî ben polis olduklarını bilmiyordum. O zaman Anadolu’da sadece üniformalı polisleri ‘polis’ bildiğimiz için, sivil polisin ne olduğunu bilmiyoruz tabiî. Kutlular Ağabey, o sivilin bir tanesine “Ayakkabını çıkart, namaz kılıyoruz burada” diye müdahale etti. Tabiî o, polis olduğu için kendine güvenerek, biraz ukâlalık yaptı. Sonra orada bir münakaşa oldu. Ben o zaman anladım, demek basılmak buymuş diye... İstanbul’a geldiğimin ilk günü, ilk baskınımızı yaşamış oldum. Hatırladığım kadarıyla, bizi 69 kişi olarak götürdüler. Tabiî nereye götürdüklerini bilmiyorum. Beşiktaş’ta bir polis karakoluymuş. Karakolda da bazı hadiseler oldu. Polisler bizi daracık bir yere sıkıştırmak istediler. İtiraz edince bizi daha geniş bir yere aldılar. Sabahleyin sabah namazını cemaatle kıldık ve bazı polislerin de namaz kıldıklarını gördük. Ertesi gün yine karakoldayız. Orası aynı zamanda kaymakamlıkmış. Cumartesi yarım gün çalışılıyor. O yarım gün içerisinde öğle namazını yine beraber kıldık. Tabiî ben iki gün uykusuz olduğum için uyuya kalmışım. Polisler beni uyandırdılar. Baktım kimse yok, karakoldaki herkes gitmiş. “Hadi sen de çık git” dediler. “Nereye gideceğim ben, bir yer bilmiyorum ki...” dedim. O zaman bir polis verdiler yanıma ve Beşiktaş’ta dersaneye götürdüler. Baktım ki, bizim o gece beraber kaldığımız arkadaşlar orada oturmuşlar, ders yapıyorlar yine. Sonra Nurtaşı’nda Zübeyir Ağabeyle tanıştık ertesi günü. Bu şekilde başladık işte... Derken üniversite hazırlık kurslarını bitirdik, üniversiteye girdik. Fakat benim gündüz çalışıp gece okumam gerekiyordu. Evliyim, çoluğum çocuğum var. İnşaat Mühendisliğinin gece bölümüne yazıldım. Gündüz de iş aradım. Sonra Mihrab Yayınevi’ni çalıştırdık. Orada “Minyeli Abdullah,” “Tarihin Şeref Levhaları” v.b. kitaplarla ilk neşriyatı yaptık. Mustafa Polat Ağabeyin vefatından sonra, Mihrap Yayınlarının adı Yeni Asya Yayınları oldu. Yeni Asya Yayınları’nda da 5 sene aralıksız çalıştık. En son ayrıldığımda, kitap sayısı da sanıyorum 60-70’e kadar çıkmıştı. Tabiî o yıllar (sene 1970) çok hareketli yıllardı. Hatta 1971’in başında şöyle birşey oldu. Bir ülkücüyle konuşurken bana dedi ki: “Sizin Üstadınız 1971’de bir olay olacak’ demiş. Nerede, niye olmadı?” Ben dedim ki, “Kardeşim, 1971 yılı Ocak ayından ibaret değil, yılın sonuna kadar 1971. 31 Aralık’a kadar beklerseniz, Üstadımın dediğini görürsünüz.” 12 Mart Muhtırası verildikten sonra aynı arkadaşla tekrar karşılaştık. O dedi ki: “Evet Üstadınız doğru söylemiş, 12 Mart Muhtırası verildi...” İşte hükümetler yıkıldı, yeni hükümetler kuruldu, sıkıyönetimler, bir curcuna... 12 Mart Muhtırası döneminde çok büyük sıkıntılar yaşadık, takipler vardı. Almanya’ya Risâle-i Nurları da o dönemde göndermek nasip oldu. Rahmetli Ali Uçar’ın Almanya’ya giderken, bir takım Külliyat götürmesine rağmen, oradan istekler gelince... Tabiî sıkıyönetim tedbir aldı. 5 kilodan fazla posta yoluyla kitap gönderme yasaklandı. Bir postaneden, ancak günde bir defa 5 kiloyu gönderebilirsin, onun dışında gönderemezsin. Hatta koli servisinin başlarına üniformalı subayları oturttular. Bununla ilgili enteresan bir hatıram var. Cağaloğlu’ndan kalktık, bütün postaneleri dolaşarak Beşiktaş postanesine kadar ne kadar koli varsa siparişleri gönderdik. Bir tane de Beşiktaş Postanesi’ne kaldı. Tek bir Sözler, ama kalın bir Sözler... 5 kilo falan geliyor o zamanki Sözler. Bunun üzerine başka bir kitap koyamazdık yani. O paketi koli servisine götürdüğümde, orada tabiî paketi açıyorsun, “hangi kitap var?” diye göstermek mecburiyetindesin. Paketi açan memur dedi ki: “Ne yazıyor burada?” Ben dedim ki: “Sen okur-yazar değil misin? Orada ne yazdığını görmüyor musun? Okur yazar değilsen burada nasıl memurluk yapıyorsun?” Oradaki yüzbaşı görmeden yeniden paket yapıp, damgasını vurup gönderdi. Bana göre Üstadın bir kerâmeti.
Sizi Yeni Asya’ya bağlayan sebepler nelerdir? Yeni Asya bir kere istikrarlı. Çizgisinden taviz vermemesi, bizi en çok cezbeden ve ondan ayırmayan saiklerden birisi. Ama tabiî esas sâik; Yeni Asya’nın, Risâle-i Nur’un bu asırda, bu zamanda dünyaya açılan bir penceresi, bir gözü olması. Yeni Asya çok badireler atlattı. O badirelerin çoğunun içinde bulunduk. O badirelerin içerisinde de, dediğim gibi, bu çizgiden şaşmaması, Risâle-i Nur’un dünyaya açılan penceresi olması hasebiyle, biz de ondan hiç ayrılmadık. Meselâ, 12 Mart’ta, “Nurculuk Dâvâsı” diye Av. Bekir Berk’in bir kitabı vardı. Kalın bir kitap. İki tane kitap göndermiştim Kastamonu’da birine. Makbuzun arkasına yazmış, “İki adet atom bombasını aldım” diye. O sıkıyönetim döneminde, bu bile sıkıntı verdi bize. Onun için gittik, ifade verdik. “Benim göndermiş olduğum iki tane kitap. Ama onun ‘atom bombası’ diye yazılmasının sebebi, atom bombası kadar tesirli olabilecek bir kitap mânâsında” dedim. Ama tabiî bunlar geçmişte kaldı, tatlı hatıralar olarak. Şimdi baktığımızda gülüp geçiyoruz, bunlar da yaşanmış diye.
Sizce Yeni Asya’yı diğer mevkutelerden farklı kılan nedir? Bir kere, Yeni Asya gazetesi tahrik etmiyor, ajite etmiyor, haberleri çarpıtmıyor. Sonra demokrat misyondan taviz vermiyor. Her ne kadar bölüp parçalanıp yok edilmeye çalışılsa da istikrarlı ve tavizsiz bir yayın çizgisi var. Ve bu da takdire şayan. Okunması gereken bir mevkute. Yeni Asya bir menfaat peşinde değil. Geçmiş yıllarda beş yıl çalıştım. Hâlâ da Yeni Asya ile irtibatım devam ediyor, çünkü geliyorum, gidiyorum, görüyorum, çalışanlarını biliyorum, çalışanlarının da nasıl çalıştıklarını biliyorum... Yeni Asya bize yetiyor. Ben kırk yıllık bir Cumhuriyet okurunu Yeni Asya okuru yaptım. Kırk yıl hiç aralıksız Cumhuriyet okuyan yaşlı bir adam. Yeni Asya’yı her gün götürdüm, okudum, beraber mütalâa ettik. Adam kırk yıllık gazetesini bıraktı, Yeni Asya okuyucusu oldu. Vefat edene kadar da öyle devam etti.
Yeni Asya size ve ailenize neler kazandırdı? Tabiî ki aileme ve topluma kazandırdığı çok şeyler de var. Yeni Asya’yı sadece kendimiz okumuyoruz, okutturuyoruz da. Her gün iki gazete gelir bana. Birini evde bırakırım, diğerini işyerine götürürüm. Dolayısıyla benim çoluğum çocuğum hepsi de Yeni Asya’yı okur, okuturlar. Ben şöyle bir hatıradan bahsedeceğim. Yakın zamanda bir üniversitede çalışıyordum, orada meselâ bir bayan arkadaş evine gidiyor ve diyor ki: “Baba, bizim üniversitede inşaat mühendisi bir arkadaş var, kırk yıldır hergün Yeni Asya okuyormuş ve arada sırada ben de bakıyorum, benim de çok hoşuma gidiyor, sen ne dersin?” Babası yaşlı bir CHP’li olduğu için diyor: “Aman kızım dikkat et, bunlar Nurcudur, sakın seni de kandırmasınlar v.s.” Tabiî soruyor, cevap veriyoruz ister istemez: “Nurculuk nedir? Yeni Asya’nın misyonu nedir? Sana ne kazandırıyor? Ben okusam bana ne kazandırır?” diye... Bakıyorum, benim gazetemi hergün o da okumaya başladı. Babası “Aman, sakın, bulaşma” dediği halde... Bence böyle denmesi daha da cazip hâle getiriyor. Yeni Asya’nın kazandırdığı çok şey var. Gazetemi her yerde açıp okuyorum. Otobüste olsun, trende olsun mutlaka okuyorum, gerekirse başkalarına veriyorum. Bundan da mutluluk duyuyorum.
Gazeteyle ilgili unutamadığınız bir hatıranız var mı? Gazeteyle ilgili unutamadığımız hatıra tabiî ki çok. Sene 1974’tü sanırım. ‘Urfa Mevlidi’ne Necmeddin Şahiner’in telif etmiş olduğu “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” eserini götürmüştüm. O zaman Yeni Asya Yayınları’ndaydım. Kitap daha yeni çıkmıştı. Biz her yeni çıkan kitabı basın-sansüre verir, ondan sonra neşrederdik. Tabiî Urfa Mevlidinde satmak üzere epey miktarda kitap götürdüm. Ben tezgâhı açtım. İki üç tane sivil polis geldi. “Biz polisiz. Bu kitapları satmak yasaktır. Sen bunları satamazsın” dediler. Ben “O zaman bana yasak olduğuna dair karar getirin. Bu kitapları basan ve neşreden benim. Böyle bir yasaktan, önce benim haberim olması lâzım. Bana böyle bir yazı gelmediğine göre bu kitaplar yasak değil” dedim. Bu sefer polisler: “Sen yasak olmadığına dair bize bir kâğıt getir” dediler. “Valla,” dedim “Hiçbir vatandaş, suçsuzdur diye cebinde kâğıt taşımaz. Siz bana yasak olduğuna dair kâğıt getirin. Getirmediğiniz müddetçe bana burada müdahale edemezsiniz.” Onlar gittikten sonra, o zaman İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okuyan Mehmet Gürler isimli kardeş, bir taşın üzerine çıktı ve seslendi: “Ey cemaat! Bakın, burada arkadaşımız zor durumda, polisler geldiler. Siz hâlâ bu kitapları almayacak mısınız?” Tabiî polisler gelene kadar kitapların tamamı satıldı. Sonra polisler geldi, baktılar ki tezgâhta hiç kitap kalmamış. “Ne oldu?” dediler. “Kararınızı getirdiniz mi?” dedim. “Yok getirmedik, sen ne yaptın kitapları?” dediler. “Kitaplar satıldı” dedim. Şaşırdılar tabiî. “Biz gidip gelene kadar sen bunu nasıl sattın?” diye hayret ettiler. Böyle tatlı bir hatıramız oldu. Mevlidden sonra o akşam Badıllı Camii’nde kalmıştık. Aynı polisler gece yarısı geldiler. Yine bana denk geldiler. “Burada kaç kişi kalıyor?” dediler. “Ne yapacaksınız?” dedim. “Sen bize rakam ver” dediler. “Üç yüz kişi kalıyor” dedim. “Nereden, kaç kişi gelmiş, liste istiyoruz” dediler. İstanbul’dan elli kişi, Ankara’dan yüz kişi, Konya’dan şu kadar falan diye ben liste yaptım, verdim ellerine. Bunun gibi çok hatıramız var polislerle... En büyük hatıram da şu: Ben yedek subay olarak askerde iken Ankara Mamak Muhabere Okulu’nda MİT’ten bir dosya geldi. O dosyada soy isimlere göre liste yapılmış. “Sakıncalı var mı, yok mu?” diye. Sakıncalı olanı ayırıyorlar, er olarak gönderiyorlar. Tabiî ben o dosyada ismimi gördüm. Adım, soyadım, doğum tarihim, doğum yerim vs. yazıyor, sakıncalı. Neden? 1969’da biz İstanbul’da derste baskında yakalanmıştık, o zamanlar bizim dosyamız tutulmuş. Fakat isimlere bakan yüzbaşı göremedi. Göremeyince tabiî biz imtihana girdik. İmtihana girdiğimde aynı yüzbaşıya dedim ki: “Komutanım, ben inşaat mühendisiyim. Tuzla Piyade Okulu'nda piyade olmak istiyorum, ne yapmam lâzım? Bu imtihanda bana yardım eder misiniz piyade olmam için?”. O dedi ki: “Sorulara cevap vermesen, direkt piyade yaparlar.” Ben de sorulara noksan cevaplar verdim. Dediği gibi Tuzla Piyade Okulu’na geldik. Tuzla’ya gelince, direkt camiye gittim. Camiye gelince, arkamdan bir kişi daha geldi. Mehmet Şahiner. Adıyamanlı. O da Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu. Orada tanıştık. Dedim ki: “Sadece ikimiz namaz kılıyoruz, başka namaz kılan yok. Yani bu bölükte veyahut da bu okulda senden benden başka hiç namaz kılacak yedek subay adayı yok mu?” O da “Ya bizim İlahiyat Fakültesi mezunu yirmi üç kişi var. Ama hiçbirisi namaza gelmiyor. Sadece ben Risâle-i Nur Talebesi olduğum için geliyorum” dedi. O zaman “Onlarla bir konuşalım” dedim. Neyse akşam oldu, toplandık. Yirmi üç kişi, içlerinde müftüler, vaizler de var. Onlara şöyle bir soru sordum: Dedim ki, “Hocalar, kusura bakmayın ben hoca değilim. Ben bir mühendisim. Sizden bir ricam var. Bana bir fetva lâzım. Namaza gelmemenizin sebebini söyleyin, ben de gitmeyeyim.” Bu sefer dediler ki: “Yaa sen bize öyle bir taş attın ki, buna verecek bir cevap yok. Namazın mazereti olmaz. Bizim de namaz kılmamız lâzım.” “O zaman hep beraber gidelim namaza” dedim. Derken onları namaza taşıdık. Bunlar tabi Yeni Asya’nın ve Risâle-i Nur’un vermiş olduğu medenî cesaret ve namazın ehemmiyetini gösteren şeyler. Şükürler olsun Rabbime, onun için biz Yeni Asya’yla 40 sene değil, ömrümüz yettiğince beraberiz İnşallah. Nice kırk yıllar dileyelim... Biz göremezsek, yeni nesiller görür İnşallah.
İttihad’la tanışmanızı anlatırken, “Zonguldak’ın ufak bir nahiyesi olan Kozlu’da Nurcularla tanıştım” demiştiniz. Risâle-i Nur’la ilk tanışmanız da böyle oldu her halde? Dediğim gibi meslek lisesinde okurken Nurculuğu merak edince, o merakla önce Zonguldak Müftüsüne koşmuştum. Araştırarak Kozlu’da bir berberde bu sorunun cevabını bulduk. Tıraş olmaya gitmiştim. O esnada biri tıraş oluyor, birisi de kitap okuyordu. Ben hem lisede okuyor, hem de madende çalışıyordum. Onun okuduğu kitap, Hamdi Güloğlu’nun “Ruhi Çöküntü” diye bir kitabı. Ben onu daha önce okumuştum. Okuyan izah ederken ben dedim ki: “Bu fikriniz böyle değil, şöyle olması lâzım...” Tabiî aynadan baktı tıraş olan. Sonradan adının İbrahim Göremez (Elektrik yüksek mühendisi) olduğunu öğrendim. İbrahim Göremez “Genç doğru söylüyor. Sen yanlış anlattın” dedi okuyana. Okuyan da Süleyman Tanrıverdi, o da makina teknikeri. Onlarla tanıştık orada. Onlar dediler ki: “Sen ne iş yapıyorsun?” “Ben lisede okuyorum, aynı zamanda madende çalışıyorum” dedim. Süleyman Tanrıverdi, “Ben de aynı ocakta çalışıyorum” dedi. İşte birbirimizle tanıştık, “Birbirimize gidip gelelim..” derken, sonra baktım onlar beni dershaneye götürdüler. Zonguldak’ta o zaman tek odalı bir dershane vardı, oraya gittik.
Siz onların Nur Talebesi olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyordum, ama Rabbim orada o şekilde nasip etti. Yani “Bizimle arkadaş olur musun?” dediler. “Olurum” dedim. “Okulda da bir problemim var.” “Nedir?” dediler. “Hocayla kapıştım” dedim. “Hoca: ‘Nurcular, dünyanın öküz ile balık üzerinde olduğunu söylüyorlar’ diyor. Benim bunu öğrenmeye ihtiyacım var. Eğer siz bunları biliyorsanız bana anlatın” dedim. “Tamam” dediler, “Biz bunları biliyoruz”, aldılar götürdüler beni. Orada beraber namaz kıldık. Ondan sonra kitaplardan açtılar okudular. Ben bu mevzuyu beğendim, hatta yazdım. Sonra gittim, okulda hocayla kapıştık. Hocaya: “Evet, dünya öküz ile balık üzerinde duruyor, doğrudur. Sen her ne kadar saçma diyorsan da ben sana ispat edeceğim..” dedim. Üstadın orada izah ettiği şekilde izah ettik. Tabiî Risâle-i Nur’daki cevaplar ikna edici bir cevap olduğu için bütün sınıftan alkış aldık. Hocanın çok zoruna gitti. İşte işin başlangıcı bu. Sonra üniversite okumam da yine bir tahrik eseri. Onu da anlatayım: Ben üniversiteyi okumayacaktım. Çünkü meslek lisesi mezunuyum. Zonguldak’ta iyi bir işim var. Atölye şefi emekli olacaktı, dedi ki: “Sen askere git gel, gelince sen atölye şefi olacaksın...” Fakat biz Risâle-i Nur’u tanıdığımızdan, Yeni Asya’nın devamlı reklâmını yaparken göze battık tabiî orada. Beni bir gün çağırdılar, “Senden randıman alamıyoruz, senin tayinin çıktı” dediler. Nereye? O zaman Zonguldak’taki Ereğli Kömür İşletmesi Etüt Tesis Müdürlüğü’ne. Tınaz Titiz elektrik yüksek mühendisi, ben makinacıyım. Onun yanına benim tayinimi çıkartmışlar. Mecburen gittik. Onlar müdürler, şefler, mühendisler, biz işçiyiz. Vardık oraya. İlk karşılaştığımızda selâm verdim. Selâmı almadı. Almayınca ben geri aldım. “Deli misin?” dedi bana. “Selâmım alınmayınca geri aldım selâmımı. Bu delilikse, bir deliyle çalışacaksın” dedim. Onunla üç ay fikrî münakaşa ettik. O, TİP’in kurucularındandı. O zaman Behice Boran’ın partisi TİP vardı. Üç ay epey bir münakaşa ettik. Ben Yeni Asya’yı açıp okurken, o Cumhuriyet okuyordu. O bana “Gazete okumak yasak” dediği zaman “Bana yasaksa, sana da yasak, sen de kapat” derdim. Tabiî benle başa çıkamayınca, bu sefer benden gazeteyi istemeye başladı. Ondan sonra kızdım, “Tınaz, sen bu kafayla okulda okuyup mühendis olduysan, o zaman ben de okuyacağım” dedim. Yani kızıp öyle geldim üniversiteye. Serüven öyle başladı. Kırk yıldır Şirinevler’deyim. Talebelik yıllarım, mühendislik hayatım vs. hepsi de burada geçti. Şirinevler’de de yine şükürler olsun hizmetin içinde yeni yeni şeyler katmaya çalışıyoruz Allah’ın izniyle. |
İSMAİL TEZER 30.12.2009 |