Dünyanın fâni olduğunu, gittiğimiz âlemin bâkî olduğunu bir kez daha Mikail Ağabeyin cenazesinde müşahede ettim. Sağlığına kavuşamadı. O taraftan gelen çağrı ağır bastı. Ve Mikail Ağabey, daima inandığı o yüksek âleme uçtu gitti…
Sessizce süzüldün makamına. Herkes senin için dua okuyordu. Nurun kahramanları oradaydı. Seni uğurladılar. Ne muhteşem gidişin oldu. Ne güzel dua aldın Risale-i Nur’ca. Münker ve Nekir’in suallerine, eminim, ne güzel cevaplar verdin! Hafız Ali Ağabey gibi.
Üstad Hazretleri diyor ya:
“Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesini kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misilli, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşallah.”1
Sadakte Ve Bilhakkı Natakte dedin!
Sen Münker ve Nekir’e ders verdin inanıyorum. Onların bilmediği çok hakâikı Risale-i Nur’dan, Yirmi Dokuzuncu Sözden, Otuz İkinci Sözden anlattın onlara. Onlar “Men Rabbüke?” dedikçe sen, onlara, “Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır!” dedin.
Onlar, “Ve men nebiyyüke?” dediler. Sen,
“Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o “Lâ ilâhe illallah” der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ile manen, “sadakte ve bilhakkı natakte” derler”2 dedin.
Onlar, “vema dînüke” dedikleri zaman, sen onlara, “Öyle bir şeriat ki, akıl ve nakil, dest-bedest ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin hakkaniyetini tasdik etmişlerdir. Öyle hakaik ki, kökleri hakikat zemininde rüsuh ile beraber dal ve budakları kemalâtın göklerine yükselip, intişar edip... Öyle füruat ki, meyveleri saâdet-i dâreyndir; ve bizi Kur’ân-ı Mu’ciz ile irşad eylemiş”3 dedin.
Şehit Olun Dedin Onlara
Senin gidişin, Müstakim Nur Talebeleri arasındaki istikâmete, “Çek bir ölüm” der gibi oldu Mikail Ağabey. Ölümünle Nur talebelerine ders verdin. Boş tartışmalarla güzel ömrünüzü tüketmeyin dedin onlara. “Gelin, şehit olun!” dedin. “Bu topraklara, bu görevle, başka gelinmez, fırsat geçince geçer gider” dedin, “Gelin, yapmayın!” dedin.
“Ayrı düşünebilirsiniz; ama ihtilâf çıkarmayın. Farklı tefekkür edin, ama ittifakınızı bozmayın. Harice husumet duyun, ama uhuvvetinize halel vermeyin, kardeşlerinizi harice atmayın. Kardeşliğinizi bozmayın. Tartışın, sesinizle yerler gökler inlesin. Ama aranıza mübayenet sokmayın. Kucaklaşın. Kucaklaşarak ayrılın. Selâmlaşın. Sizler Cennetin gençlerisiniz!” dedin onlara ölümünle.
Allah’ın rahmeti seninle olsun abim! Hakkını helâl et! Âmin.
Dipnotlar:
1- Asâ-yı Mûsa, s. 88; 2- Sözler, s. 263; 3- Muhakemat, s. 21.