Onu tanımak bahtiyarlığına eremedim, ama fıtraten onu hep kendime yakın bildim.
Bazı insanlarla aynı dönemde yaşamış olup olmamanız o kadar önemli değildir. Onların hayatı gibi, sözleri de bir gün sizi bulur. Bulmak ne kelime? Bir gün sizi vurur. Beni bir gün vurduğu gibi.
“Bir milletin gençliği ne zaman Kur’ân ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmişse, o vakit o millet terakkî ve teâlî etmeye başlamıştır.”
Kimdi bu sözü söyleyen? Bilmiyordum. Eski bir duvarda eski bir levhaydı zaten. Ama benim için yepyeniydi bu tesbit. Sonra bir başka ifadesi:
“Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince param parça olması lâzım gelir.” (Şuâlar, 473) Bu söz de öyle.
Ebedî bir dâvânın kapısında onun ebedî, yılmaz bekçisi olmak… Onca hizmete, onca fedakârlığa rağmen kendini geriye çekebilmek, görünmezler arasına katabilmek, yok bilmek kolay iş midir?
Yıldızları göremeyen, çiçeklere bakmalı. Çiçekler de yıldızlardan haberci. Sahabeleri göremeyen, onların yolunu izleyenlere bakmalı. Onun her hâli, her tavrı ve her davranışı, mübarek Üstadından aldığı ve hayatına sindirdiği nurlardan yansıyan pırıltılardır.
Bir dâvânın gücünü, onun uğrunda hayatını çekinmeden, bilâperva feda edebilenlerin fedakârlıklarıyla anlayabiliriz. Tarihte nice insanlar vardır böyle yaşayıp böyle geçip gitmiş… Geride altın izler bırakmış nice insanlar vardır. İstanbul’un fethinde surların dibinde şehit düşen mutlu askerler gibi, Bedir’de, Uhud’da şehit düşen kahraman sahabeler gibi…
Bazı insanlar ölseler de yaşarlar. Bazı insanlar yaşasalar da ölüdürler. İsimsiz kahramanların veda edip gitmesiyle dünya ruhunu kaybeder âdeta. Umum kâinat kardeşler, aralarından ayrılan kardeşleri için üzülürler, gözyaşı dökerler. Neden mi? Nedeni basit. Onlar ki, yaratılan her şeyin gayesini, hikmetini yaşarken bilmişler, denizin, ırmakların ilâhilerini, kuşların zikirlerini dinlemişler, baharların, ağaçların, çiçeklerin ve meyvelerin sütüyle beslenip büyümüşlerdir. Vefalıdırlar. Bunları kendilerine kimin hizmet ettirdiğini bilecek ve başkalarına da bildirecek kadar hassas bir kalbe sahiptir onlar.
Bunların yeri yurdu yoktur. İhtiyaçları da yoktur. Çünkü her kalp onların evidir, o yolda her hayat onların izidir. Kaç hayat yanlış yola kıvrılırken, kaç insan tehlikeli çıkmazlara girerken, onlar bir işaretleriyle ışık olmuşlardır. Dalâlet vadilerinde hayrete düşenler, onların bir sözüyle silkinip kendilerine gelmişlerdir, halleriyle hallenmişlerdir.
İslâmiyet’i anlatmak için ta Çin’e kadar giden sahabeler nasıl Çince bilmeyip hal diliyle konuşmuşlara, Asya’nın bahtını, talihini değiştirmişlerse, onların da dili bu dildendir işte. Kalden çok haldir; onun için tesirlidir. Öyle ki muhataplarını inandıkları dâvâya ve o dâvânın hakikatine hayran edecek kadar…
Bu dünyada öylesine bir yolcu değil, şoför titizliğindeki bir yolcu gibi, hem nefse hâkimiyeti kaybetmeden, hem de yol emniyetini gözeterek, hâsılı hayat yolculuğunun hakkını vererek yürümüşlerdir. Yolda karşılaştıkları her meşakkati de Allah’ın izniyle aşmışlardır. Kaderin onlara çizdiği o ince yolda karşılarına ne çıkarsa çıksın yılmamışlardır, Allah’tan bildikleri için sarsılmamışlardır. Bedir’i, Uhud’u, Sıffin’i, Kerbelâ’yı yaşayan sahabeler gibi… Acıyı yudumlamışlardır, ama Allah’tan ümitlerini hem din adına, hem hayatları adına asla kesmemişlerdir. İstikbalin bugünlerden daha parlak olacağına inanmışlardır. Şeytan ne derse desin, inanan inandığını haykırır. Hilenin, vesvesenin değil, burçta bir bayrak gibi inancın sesi dalgalanır. Bu Allah’ın vaadidir.
“Zafer Hakk’ın ve Hakk’a inananların olacaktır.”
Hayatını gözden çıkaranın gözünü hiçbir şey korkutmaz çünkü o göz hakkı ve hakikati görmüştür. Hakka, hakikate açılan gözün dünyadaki bütün gözlerin üzerinde bir sözü, bir hakkı vardır. O gözlere göz olmak, onlara doğruyu ve hakikati göstermek ancak o yüce göz sahiplerinin hakkıdır. Kalbiyle görenler, inandığını yaşayanlardır. Allah deyip bu yoldan dönmemek üzere geçenler, isimsiz kahramanlar, bunlardır işte hayatımızı aydınlatanlar. İmkânsızlık mı, hastalık mı? Vız gelir onlara. Ölüm mü? Vız gelir. Ne varsa karşılarına çıkan menfilik adına, vız gelir tırıs gider. Hedefi Allah rızası olanın ağzından boş söz çıkmaz. Onların din yolundaki gayreti izin vermez buna. Sözleri, ifadeleri yürekten geldiği için, oradan yakalar, yakar dinleyenleri. Tutuşturur sineleri, kalpleri. Kendine benzetir kendini sevenleri.
Bir başkadır yeri benim âlemimde Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in. Elde değil sevmemek. Elde değil yolunu izlememek. Hiç kimseden bir beklentisi de yoktur, gelin, ne olur izleyin, beni takip edin diye… Bıraktıkları izleri bile, inandıkları dâvânın hakikatine gölge etmesin diye itinayla silmişlerdir, yok etmişlerdir. Yok olanların hakkı var olmaktır.
Zübeyir Ağabey’in hayat aynasında görünen, Kur’ân’dır, Hz. Peygamber’dir (asm), Hz. Üstad’dır ve Risale-i Nur’dur. Bir ayna bu kadar mı gösterir güneşi? Bu hal, her aynanın keyfiyetine tabidir. Konferansı, mahkeme müdafaalarını ve mektupları şöyle bir taradığınızda, her kelimenin, her cümlenin ne kadar yerli yerinde olduğunu görecek, onu bir kere daha seveceksiniz, bir kere daha böyle aziz insanların rehberliğinde ebedî bir dâvânın izinde yürüdüğünüze sevineceksiniz, size bu yolu açan Rabbinize hamd edeceksiniz, şükredeceksiniz.
Mezarını yerde aramadıklarımızdandır Zübeyir Ağabey. Değil mezara, dünyaya bile sığamayacak kadar büyüktür ruhları onların. Onların hayatlarının her karesinde açıkça görünüyor zaten Rabbimizin inayeti, kudreti. Bu öyle bir tecelli ki, her insana, her faniye nasip olmaz.
Hayatta olsaydı, elini öpmek isterdim. Ama onun edebi ve hassasiyeti biliyorum ki buna müsaade etmezdi. Ruhundan af dileyerek bu yazının onun ellerinden öpmesini niyaz ediyorum Rabbimden.
Biliyorum, onu benden çok daha iyi tanıyanlar var, yakın olanlar var, bu yakınlığın hakkını verenler var. O sevenlerden biri de ben olmayı, bu sevginin arkasında durmayı Rabbimden niyaz ediyorum.
Top atıp uyandıramayacağımız insanları, o bir cümleyle uyandırdı. Ruhumuzu öyle bir yerinden yakaladı ki, kendisine değil, dâvâsına bağladı. Bu dâvâyı anlatan, konuşan, hakkında yazılar yazan, hizmetler yapan kim varsa şimdi, hepsinin üzerinde hakkı vardır, emeği vardır, duâsı vardır Zübeyir Ağabey’in. Onlar bilse de, bilmese de bu böyledir.
Çok fazla kalamazdı Hz. Üstadsız bir dünyada. Yüreği dayanmazdı onun, biliyorum, bu ayrılığa. Dâvâsı için yaşayan ve nefes alan bir insanın duâsı da ona kavuşmak yönündedir; onu da biliyorum. Nehirlerin duâsı, denizlere karışmaktır. O da çok fazla kalmadı dünyada; Üstadına kavuştu gitti… Nur denizinde gark oldu gitti… Mekânı cennet olsun. Ruhu şad olsun. Rabbim ona ve onun hassasiyetine lâyık bir hayat ve hizmet, bizlere de nasip eylesin inşallah.
Bu dünyada ne aradığını, niçin bulunduğunu bilmeyen milyonlarca insan var şimdi. Ama o neyi aradığını ve neyi bulduğunu bilenlerdendi. Arayanlara da yol göstermek bahtiyarlığına erişenlerdendi. Allah için yaşayan, Allah için konuşan, Allah için hayatını feda eden bir insandı Zübeyir Ağabey. Bu yönü hafızalarımızda ve kalbimizde silinmeden yaşayacaktır inşallah. Duâmız budur.
Yanında, izinde, gölgesinde yürümek bahtiyarlığına erenlere ve o izleri takip edenlere selâm olsun… Ona “ağabey” demek, o güzel kelimeyi onun için kullanmak nasıl yakışıyorsa dilimize, bunun hayatımıza da yansımasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Aramızda olmasa da, hayatımızda hep var olan ve var bildiğimiz ağabeylerden biridir Zübeyir Ağabey. Böyle insanlarla güzelleşiyor dünya. Böyle kahramanlarla güzelleşiyor hayatımız. Onlar özgür ruhlar. Bir defada ererler hakka ve hakikate. Tereddütsüz hem de. Söylediler mi, kelimeler ateş kesilir âdeta. Ellerine kalemi aldılar mı, kâğıtta, mürekkepte, sizi çarpan, yakan ateşten bir şeyler aktığını görürsünüz hemen içinize. Ne bedenin arzu ve istekleri, ne de yeryüzünün nimetleri onları oyalayamaz, oyalayamadı da. Ruhları zengin insanlara ne verebilirdi ki bu dünya? Allah’ın özel korumasında olanlara marifetullah ve muhabbetullahtaki lezzet-i ruhaniye yeter de artar bile.
Biliyorum, yaşasaydı ve bu yazılanları duysaydı, “Ayıp etmişsin be kardeşim, mübalâğa etmişsin.” diyecekti. Onu da biliyorum. Adım gibi biliyorum. Onun mütevaziliğinden öyle demesi ona yakışır, benim de böyle demem susturamadığım kalemime yakışır. Ne yapayım? Her ikimizin de elinde kaderimize razı olmaktan başka çare var mı?
Bizim için nefes alıp bizim için yaşayan nice isimsiz kahramanlar geldi geçti bu dünyadan. Attıkları her adım, yaptıkları her iş sonunda mukaddes bir zincirin halkası oldu ve bize doğru uzandı o halka. Geldi buldu bizi. Bir yerimizden yakalayıp kendine bağladı bizi. Kelimelerin bittiği, kelimelerin yetmediği, anlatamadığı insanlar vardır. Onlardan biridir Zübeyir Ağabey. O, adıyla sanıyla Zübeyir Gündüzalp’tir. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in hemşehrisidir. “Arşa yükselmek istidadında olanların ayaklarının altına başımızı koyarız.” diyendir o.
Hayran hayran o siyah beyaz resimlerine bakakaldığım bir dâvâ adamı. “Bir fotoğraf karesi bu kadar mı anlatır büyük bir dâvânın karasevdalısının ruhunu?” denecek kadar halini yansıtır o fani görüntüyle.
Şimdi Eyüpsultan Kabristanı’nın mutena ve müstesna bir köşesinde kabri bulunsa da gönlümüzdedir yeri. Silinmeyecektir bizdeki izleri inşaallah.
Tanımadığınız halde, görmediğiniz halde sevebileceğiniz insanlar vardır. Çünkü kemal, zatında sevilir. Hz. Ebubekir’i (ra) niçin sevdiğinizi, Hz. Ömer’i (ra) niçin sevdiğinizi, Allah dostlarını niçin sevdiğinizi izah edebilir misiniz? Zübeyir Ağabey de bu hükümden müstağni değildir. Allah ondan ebediyen razı olsun. Onun mezar taşındaki yazılarla bitirelim yazımızı:
“Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayrı istemem.” (Sözler, 201)
***
Bu yazıyı yazana kadar ruhum bir kafesin içine hapsolmuş bir kuş gibiydi. Şu an ise kendimi tarlaların ve dağların üzerinde uçan ve bütün güzellikleri oradan seyreden, şu uçsuz bucaksız masmavi gökyüzünde serazat kanat çırpan bir kuş gibi hissediyorum.
***
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…
***
Not: Zaman zaman okuyucularımızdan bazıları Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimle bir akrabalığımın olup olmadığını soruyor. Bu vesileyle, onunla olan akrabalığımızın Hz. Âdem’den (as) geldiğini ifade etmek isterim. Selâm ve duâ ile…