Risale-i Nur eserlerindeki bilgilerin her birisinin altında bir Kur’ân ayeti, bir hadis-i şerif mealinin varolduğuna veya onların ruhundan süzüldüğüne kat’iyyen inanıyorum. Bu, onun Kur’ân-ı Kerîm’in bir mucize-i maneviyesi olmasındandır. Zaten Bediüzzaman’ın da, Risale-i Nur eserlerinin Kur’ân’ın malı olduğuna dair ifadeleri var.
Dolayısıyla Risale-i Nur eserlerindeki bilgilerin hak ve hakikat olduğuna, İâhî bir bağ ile arş-ı alaya dayandığına hiç şüphem yok.
Bu, ‘malumu i’lam’ sebebi, o cümlelere bakışımızı canlı tutmak içindir.
Öyle derin bir mesele değil, ama Yirmi İkinci Mektup’ta geçen bir cümlenin uygulamasını yaptım.
Mektubat isimli eserin 22. Mektub’unda da geçen, ‘Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler. (Furkan Suresi: 72) hakikati, uygulanması zor ama neticesi, meyvesi oldukça güzel davranışları hatırlatıyor. Tabiî buradaki, ‘izzet ve şereflerini muhafaza ederek’ ifadesi, yapılan davranışın yapan üzerindeki etkisini de gösteriyordu. Demek ki, diğer türlü izzet de şeref de kalmayacak.
Yine, “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. (Tegabün Suresi: 14) ayetinde de, affedici bir tavrın nasıl bir davranış dönüşümüne ve affeden kişiye kattıklarına dikkatleri çekmektedir. Affetmek, iki taraflı bir yapım hareketidir. Peki affetmemek!
Ayet-i kerîmelerdeki hakikatler bizim alışkanlıklarımızı terk etmeyi öğütlüyor. Tabii alışkanlıkları terk de kolay değil.
Ama her halükarda ayet-i kerîmeler, ‘Size biri bir kötülük yaptığında kötülük yapın, hatta kötülüğe, kötülüğün en kötüsüyle karşılık verin’ dememektedir. Genel görüntüye bakıldığında ise, ayet-i kerimelerin ifade ettiği hakikatin tam tersi uygulanıyor. Bu durum insandaki nefis galibiyetinin sonucudur. İşte o zaman her iki taraf için de yıkımlar ortaya çıkıyor.
Ama “Kötülüğe, iyiliğin en güzeliyle karşılık verin” mesajı uygulayacak insan beklemektedir. Burada ise, vicdan galibiyeti söz konusudur.
Tabi benim asıl üzerinde çalıştığım ise, “Evet, fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku’ bulur.” hakikatidir. (Mektubat, 448)
Bir genci zihnimde konu mankeni olarak ilan ettim. Bir dönem boyunca onun üzerinde ‘iyilik operasyonu’ olarak adını koyduğum bir uygulama yaptım. Uyguladığım metot çok ciddi düzeyde istenen sonucu verdi. Bir aksaklık varsa ki, o da benim uygulamadaki başarısızlığımın sonucudur.
Dönemin başında bir gençle ilgili kendimce bir tespitim oldu. İçimdeki negatif ses, bu, ‘kötü’ dedi. Ama pozitif ses ise, bu, ‘iyi’ dedi. Ve hep, ‘iyi’ dedi.
Pek çok negatif, olumsuz cümle kurabileceğim genç için kendi içimde bir karar vererek, ona kötü demeyeceğim, onun yaramazlıklarına müsamaha ile bakacağım, elimden geldiğince olumlu yaklaşacağım, ona karşı iyimserliğim hep ön planda olacak, ama çok önemli bir şey daha yapacağım, o da, onu her gördüğümde, iyi yönlerini ön plana çıkaracağım, iltifatlarım üzerinde hiç eksik olmayacak, kim ne diyorsa onunla ilgili olumsuz olarak ben tam tersini söyleyeceğim ve bütün bunları da ciddi bir kararlılık içerisinde yapacağım.
Ama yapmacık değil, yürekten ve neticesine inanarak.
Uygulamanın kaidesinin Risale-i Nur’da geçmesi beni en çok rahatlatan ve neticeye olumlu bakmamı sağlayan bir unsur oldu.
Beklemeye başladım.
Tabiî hiçbir uygulama sihirli değnek değildir. Elbette bütün uygulamaların birer ısrar ve kararlılık boyutu hep vardır. Mesela bir uygulamaya 21 gün zaman ayırmak, kırk gün devam etmek gibi. Ben de böyle bir inanmışlık ve kararlılık gösteriyordum.
Haftada bir görüştüğümüz için, söylemler zamanın işleri içine karışıp, kaybolup gidiyordu. Ama ben özellikle belirgin vurgular yapıyordum. Kalıcı olduğunu da hissediyordum.
Bir, iki ay geçtikten sonra genç, telefon numaramı alarak, ‘Hocam size ara ara ulaşmak istiyorum. Sizin görüşleriniz bana moral veriyor.” demeye başladı. Bu iyiye alametti. Çünkü bir şeyin ihtiyaç hissedilmesi etkisinden veya olumlu etki beklentisindendir.
Artık haftada bir değil de, haftada iki-üç kez görüşmeye başlıyorduk. Bazen hatta bir iki cümlecik bile yetiyordu.
Derken, ‘Hocam biraz görüşebilir miyiz?’ diye randevulaşmaya başlamıştık.
Ve baktım hakikaten artık zaman ayrılması gereken ve bazı kararların uygulamasının takibini gerektiren bir konumda bulunuyordu.
Artık iyi; iyiyi, iyiliği arıyordu. Kötü, iyileşiyordu.
Bir şey iyiye meyil kazanmışsa, o bir yerde durağanlaşmıyor. Daha da artan bir ihtiyaca dönüşüyor. Nitekim benim haftada iki-üç kez görüşmem mümkün olmayınca, onu asıl adrese davet ettim. Haftalık bir-iki saati bulan sohbet mekanımız, artık görüşme yerimiz oldu.
Evet, çok açık ki, kötü, iyi diye diye iyileşti.
Ama iyiye, o kadar çok ‘kötü’ diye diye kötüleştirme örneği var ki!
Bence gelin iyileştirelim.
‘İyisin, iyisin’ diyelim.