Çağın kötülüklerine ve manevî hastalıklarına karşı bir panzehir olarak Risale-i Nur’a olan ihtiyaç daha da âcil hale geldi.
Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, günahkârlara lâyık oldukları cezayı mutlaka veririz. (Secde 22)
Yukarıdaki Kur’an ayeti, “zikr”in inanan Müslümanlar için temel önemini vurgulayan ayetlerden biridir. Zikr kelimesi İngilizce’ye “hatırlamak,” “akla getirmek,” “söylemek,” “okumak” gibi çeşitli şekillerde çevrilmiştir ve genellikle Sufi toplantıları sırasında yapılan Allah’ın “en güzel isimleri”nin tekrar edilmesi ritüeline ve ezgilere indirgenir. Ancak kelimenin Kur’an’da karşımıza çıkan anlamları “okuma/tekrar ritüeli”nden çok daha geniş kapsamlıdır ve Yaratıcının isimlerini ve sıfatlarını akla getirme, sesli veya zihinsel olarak söyleme gibi her türlü hatırlama eylemini içinde bulundurur. Bu sebeple, Zikr’den bilerek yüz çevirmenin bir suç olarak kabul edilmesi bize, bu kelimenin sadece Sufilerin tekrar ritüeline indirgenemeyeceğini apaçık gösterir. Zikrin çok daha temel ve dolayısıyla daha ciddi bir pratik olduğu açıktır.
Bundan bahsetmemim sebebi Üstad Said Nursî’nin temel eseri Risale-i Nur’un, diğer çok çeşitli konuların yanında, zikr pratiğini en geniş anlamıyla merkezine alan bir çalışma olmasıdır. Ve bu tam olarak “Allah’ın isimleri teolojisi” diyebileceğimiz Nursî öğretisiyle oldukça uyumludur. Kur’an, Allah kelimesini üç binden fazla kez zikreder ve Yaratıcının isim ve sıfatlarına doğrudan işaret veya bunları ima eden ayetleri de hesaba kattığımızda, Kur’an’ın tümü, en üstün ve mükemmel bir şekilde, zikr ve tezekkürün cisim bulmuş hali gibidir. Ve Risale-i Nur, müellifinin sık sık dile getirdiği gibi, “Kur’an’a tutulan ayna” olduğu için, Yaratıcının güzel isimleri ve sıfatlarının merkeziyeti ve ulviyeti konusundaki odaklanması da dahil olmak üzere her adımda Kur’an’ın söylediklerini tekrarlar ve yansıtır. Sonuç olarak, İmam-ı Ali (r.a.), boşu boşuna “Allah’ın isimleri, yaratılışı ayakta tutan direklerdir” dememiştir.
Yaratıcının birliğine şahitlik etmek, diğer şeylerin yanında, ilahî isimlerin ve sıfatların varlığını kabul etmek ve tasdik etmekle mümkündür. Bu isimlerin gölgeleri ve tezahürleri, ‘Allah’tan başka olan her şeyin’ temellerini ve özlerini oluşturur. Bu ‘güzel isimlerin’ kabulü ve tasdiki, bu isimlerin insana aitliğinin reddiyle birleştiğinde bizim bildiğimiz şekliyle imanın bir parçasını oluşturur. İnancı irdeleyici, tutarlı ve sürekli olması gereken bir koruma ihtiyacı, Üstad Nursî’yi Risale’yi yazmaya iten temel sebepti.
Beş yüz yıllık bir hamilelik döneminin ardından Batı Avrupa’nın içini boşaltan, Tanrı’yı tahtından indiren ve ilâhî tacı vahiyden ayrılmış saf insan aklının başına yerleştiren ateistik materyalizm ve sekülerleşme hayaleti 1900’lü yılların başında Osmanı Devleti’nin de kapısında belirmişti. Bu tarihî kavşakta pek çok anlamda dar’ülislam ile özdeşleşen Osmanlı İmparatorluğu, nihayetinde 1923’te düşmüştür.
Yeni Türk Cumhuriyeti’nin oluşumuyla neticelenen birçok olayın şahidi olan Üstad Nursî, aynı zamanda Batı’dan gelen inançsız akımların Anadolu ve ötesini sarması ve yutması tehdidine de tanıklık etmişti.
Muhteşem güzellikteki entelektüel derinliğiyle dikkat çeken Onuncu Söz, bedenin yeniden dirilişi ve ahiret kavramına dair yazılmış külliyatın ilk ilmî eserlerinden biri olup, esas itibariyle yeni Cumhuriyet’le tohumları atılan inançsızlık akımlarına bir cevap olarak kaleme alınmıştı. Onuncu söz, rasyonel göstergeleri ve dinî argümanları bir arada kullanır, ancak hepsi Yaratıcının doğrudan ve ima edilen ilahî isim ve sıfatlarına yapılan atıflarla desteklenir. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Risale-i Nur Külliyatı’nın dört ana kitabını oluşturan diğer risalelerin çoğu da kavram, tarz ve argümantasyon olarak İlâhî isimlere ve sıfatlara dayanır. Bu İlâhî isim ve sıfatların bahsi ve irdelenmesi Nursî’nin tüm ilmî eserlerinde tekrarlanan hakiki bir ana tema olarak karşımıza çıkar. Bin kadar İlâhî ismin yer aldığı Cevşen-ül Kebir’e olan duygusal bağlılığı, Said Nursî’nin bir ilahiyatçı olarak, İlâhî isimlerin tartışmasız anlam ve merkezi önemlerini etkili bir tefsirle açıklayarak bir kariyer oluşturduğuna dair başka bir delil sunar.
Said Nursî Onuncu Söz’ü yazalı yüz yıl, Risale-i Nur tamamlanalı yaklaşık seksen yıl geçti. Ancak natüralizm, ateist materyalizm ve sekülerizm akımları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kapısını çalmaya devam etti; hatta daha da güçlü ve yaygın hale geldi, çünkü o kapıyı kırarak neredeyse tüm Müslüman dünyasını sular altında bıraktı. Said Nursî’nin imana karşı 1920’lerde tanımladığı tehditler, 2020’lerde de en az o kadar tehlikesini korumaya devam ediyor ve aslında birçok açıdan daha da tehlikeli. Sekülerlik, sekülerizm ve sekülerleşme küresel bir problemdir ve hiçbir topluluk veya medeniyet tehditlerine ve zehirlerine karşı bağışık değildir. Materyalizm, hem bilim, hem de kültürün varsayılan ayarıdır. Nietzsche’in beyanına uygun olarak, Tanrı gerçekten ölü olmasa da, en azından geç modernite sakinlerinin kalplerinde, zihinlerinde ve duygularında yoktur. Ve bu durum İslâm’a bağlılık iddiasında bulunanların da çoğunu kapsamaktadır.
Kur’an’da zikredildiğine göre, çoğu insan inanmaz ve inananların çoğu sadece Yaratıcının yanı sıra diğer küçük tanrılara da tapabildikleri takdirde inanırlar. Eğer 1923 bu duruma bir hazırlıksa, 2023’te bunun kesinlikle böyle olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu kötülüklere karşı bir panzehir olarak Risale-i Nur’a olan ihtiyaç daha da acil hale geldi. Üstad Nursî teolojisini geliştirirken henüz Müslüman dünyasına nüfuz etmeyen varoluşçuluk, nihilizm, bilimcilik, postmodernizm gibi zihinsel ve ruhsal problemlerin dışavurumları olan akımları da ekleyebiliriz. Bugün, Üstad Nursî’nin şükürler olsun ki göz önüne almak zorunda kalmadığı cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin ideolojikleştirilmesi gibi sosyo-kültürel fenomenlere tanıklık ediyoruz.
Batı toplumunda son derece büyük dalgalara yol açan ve kaynağı Batı olan tüm zehirli ihracatlar gibi, bu eğilimler de Müslüman toplumlarına er ya da geç ulaşacaklardır. Ancak Risale-i Nur Külliyatı, ilk yazıldığı zaman olduğu gibi şimdi de hazır ve ehildir. Örneğin, geç modernite döneminin bütün psikolojik hastalıkları, modernitenin “insan benliği”ni tanrılaştırması sonucunda insan akıl ve benliğine verilen aşırı şişirilmiş statüye atfedilebilir. Ancak bu ve tüm diğer insan hastalıkları için, Said Nursî’nin bir panzehiri var: Ene Risalesi olarak bilinen insan benliği hakkındaki tezleri.
Sosyo-kültürel statükoya olan destekleri Firavun’un büyücülerine birebir benzeyen bilimsel elitlerin natüralizm ve materyalizmi, 1923’te olduğu gibi bugün de inanca yönelik tehditler arasında yer almaktadır. Ancak Said Nursî’nin Tabiat Risalesi ile bu konuya cevabı vardır. Bu eserinde, materyalizmin dayanağı olan ve yaratıışı sebeplere dayandırmanın, akılcı veya entelektüel olarak desteklenemeyeceğini göstermektedir. Bu dünyanın tek dünya olduğuna ve insan hayatının sonsuz bir yok oluşla sona erdiğine inananlar için ise, Üstad Nursî yukarıda bahsettiğimiz, yeniden diriliş ve ahiret üzerine olan Onuncu Söz’üyle cevap verir. Said Nursî’nin, her insan hastalığı ve İlâhî inanç kalelerine yönelik her tehdit için kendisinin -ve biz Risale-i Nur okuyucularının- cevap olduğuna inandığı delillere sahiptir. Ve biz bu cevapları kendimizi tehlikeye atmak pahasına gözardı ediyoruz.
Risale-i Nur, yüz yıl sonra bile modern Müslüman ilahiyatında, geç modern dönemin inançsızlık saldırısına karşı öncü bir rol oynamaya devam ediyor. Bu yüzden, doğrudan Kur’an ve Peygamberliğin kaynağından beslenen Risale-i Nur, günümüzde Kur’an hakikatinin son ve en önemli kalesi olarak bir görev ve sorumluluğa sahiptir. İmam Ali (r.a.) ve İmam Rabbanî (r.a.) gibi zatlar tarafından haber verilmiş olduğu üzere Peygamber (a.s.m.) tarafından kabul edilmiş ve takdir edilmiş olan Risale-i Nur’un tek görevi İlâhî bir rolü yerine getirmektir.
Said Nursî’ye gelince, benim görüşüme göre, kendisi son beş yüz yılın en başarılı ve kesinlikle en yetkin ve anlaşılır Müslüman ilahiyatçısıdır; İmam Gazalî’den bu yana bu kadar heybetli, yetenekli ve verimli bir entelektüel figür görmedik. Ancak burada övmek istediğimiz kişi değil, kişinin eseridir. Ve Said Nursî’nin eseri, bütün ölçülere göre gerçekten olağanüstüdür. Olağanüstü problemler, olağanüstü çözümler gerektirir ve Risale-i Nur üzerine en üstünkörü incelemeyi yapmış olanlar bile konu derinliği, kavramsal genişliği ve ruhanî derinliği sebebiyle onunla karşılaştırmaya bile yakınlaşacak bir eser olmadığını bilirler. Ben bunu sadece Risale’nin bir öğrencisi olarak değil, aynı zamanda son kırk yıldır Batı akademisinde İslâm Düşüncesi alanında çalışan bir akademisyen olarak da söylüyorum. Dolayısıyla ben sadece Üstad Nursî’nin sıkı bir hayranı olarak değil, aynı zamanda Müslüman entelektüel tarihinde uzmanlaşmış ve pırlantayı camdan kolayca ayırt edebilen biri olarak da konuşuyorum. Ve Risale-i Nur, kelimenin tam anlamıyla her açıdan bir pırlantadır.
TERCÜME: ASUDE EMARA - ELİF AKBULUT