•
Birisi
: Her insan, kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkî-
leştirmek için, iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıf-
zına çalışır. Hususan, o fiillerin cennette bâkî meyveleri
bulunsa, daha ziyade merak eder. kiramen kâtibîn, in-
sanın omuzlarında durup, onları ebedî manzaralarda gös-
termek ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırmak o ka-
dar bana şirin geldi ki, tarif edemem.
sonra, ehl-i dünyanın beni hayat-ı içtimaiyedeki her
şeyden tecrit etmek içinde bütün kitaplarımdan ve dost-
larımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ay-
rı düşürmeleriyle beraber, gurbet vahşeti beni sıkarken ve
boş dünya başıma yıkılırken, melâikeye imanın pek çok
meyvelerinden birisi imdadıma geldi; kâinatımı ve dünya-
mı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemi-
mi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalâletin dünyaları vahşet
ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
Hayalim, bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum
peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna ben-
zer bir tek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş za-
manlardaki enbiyalarla yaşamış gibi, onlara imanım ve
tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp
genişlendirdi ve Ahirzaman peygamberimizin imana ait
olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
Birden, Hikmetü’l-İstiaze lem’asında kat’î cevabı bu-
lunan bir sual kalbime geldi ki:
ahirzaman:
dünyanın son zamanı
ve son devresi, dünya hayatının
kıyamete yakın son devresi.
âlem:
dünya, cihan.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve kalıcı
olan.
daimî:
sürekli, devamlı.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimse-
ler.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı, dünya
adamı, ahireti düşünmeyen.
enbiya:
nebîler, peygamberler.
fiil:
iş, hareket.
gurbet:
yabancı yere gidip kalma,
doğup büyünülen yerler dışında
kalma.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal hayat,
toplum hayatı.
hıfz:
ezberleme, zihinde saklama,
hatırda tutma.
hususan:
bilhassa, özellikle.
iman:
inanma, itikat.
imdat:
yardım.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla
arzu etme.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, var-
lıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
Kiramen Kâtibin:
yazıcı me-
lekler, insanların iki tarafında
bulunup, sevaplarını ve gü-
nahlarını yazan meleklerin adı.
kitabet:
kâtiplik, yazma.
kıymet:
değer.
küllî:
umumî, genel.
melâike:
melekler.
mesrur:
sevinçli, memnun, şen,
sürurlu.
mükâfat:
iyi bir iş, hizmet
veya başarıdan ötürü verilen
şey, ödül.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlâhî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebî.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cis-
mi olmayan, elle tutulamayan
varlıklar.
sual:
soru.
tarif:
bir şeyi bütün vasıflarını
içine alacak şekilde anlatma.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tecrit:
bir kişinin başka bir in-
san veya nesneyle olan ilişkisini
kesme.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
umum:
bütün.
vahşet:
ıssızlık, tenhalık, yal-
nızlık.
vahşet:
ürkütücü ve korkunç
olan şey.
ziyade:
çok, fazla.
MEYVE RİSALESİ
| 414 |
o
n
B
irinci
Ş
ua
Şualar