nasıl ki “Altıncı Mesele de, biz, Hâlık’ımızı arzdan, se-
mavattan sorduk; onlar, fenlerin dilleriyle güneş gibi Hâ-
lık’ımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de ahiretimizi başta
o bildiğimiz rabbimizden, sonra peygamberimizden, son-
ra kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukad-
des kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan so-
racağız.
İşte, birinci mertebede, ahireti Allah’tan soruyoruz. o
da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün
isimleriyle ve sıfatlarıyla, “evet, ahiret vardır ve sizi ora-
ya sevk ediyorum” ferman ediyor. onuncu söz on iki
parlak ve kat’î hakikatler ile bir kısım isimlerin ahirete da-
ir cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha ikti-
faen, gayet kısa bir işaret ederiz:
evet, “Madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata ita-
at edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulun-
masın. elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir sal-
tanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisap ve taat
ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı; ve o izzetli sal-
tanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı, o rah-
met ve cemale, o izzet ve celâle lâyık bir tarzda olacak”
diye,
Rabbülâlemîn
ve
Sultanü’d-Deyyan
isimleri cevap
veriyorlar.
Hem, “Madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzün-
de bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem, gö-
zümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet, her baharda
umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hûrileri gibi
giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip,
arz:
yer, dünya.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
celâl:
sonsuz büyüklük, haşmet,
ululuk, yücelik ve haşmet sahibi
olan Allah.
cemal:
güzellik, Cenab-ı Hakkın
lütuf ve ihsanı ile tecellisi.
dair:
alâkalı, ilgili.
fen:
tecrübî, ispatla meydana gel-
miş ilimlere verilen genel ad.
ferman:
emir, buyruk.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, esas.
huri:
cennet kızı, cennet güzeli.
ihatalı:
kuşatıcı.
iktifaen:
yeterli görerek.
iman:
inanma, itikat.
inkâr:
reddetme, inanmama, ka-
bul ve tasdik etmeme.
intisap:
mensup olma, bağlanma,
girme.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
isyan:
başkaldırma, itaatsizlik, em-
re karşı gelme.
itaat:
boyun eğme, uyma, alınan
emre göre hareket etme.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir ko-
nuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz anlat-
ma.
izzet:
şeref, yücelik, değer.
izzetli:
şeref ve itibar sahibi.
Kadir:
bir işi yapmaya gücü ye-
ten, kudret ve kuvvet sahibi ve
her şeye kudreti yeten, Allah.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kerem:
cömertlik, lütuf, ihsan, ba-
ğış.
kıyamet:
bütün kâinatın Allah ta-
rafından tayin edilen bir vakitte
yıkılıp mahvolması.
küfür:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, müşriklik, imansızlık.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
madem:
... -den dolayı, böyle ise.
melâike:
melekler.
mertebe:
derece, basamak.
meselâ:
örneğin.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
mücazat:
bir suça karşı veri-
len ceza, karşılık, mutlak ce-
za.
mükâfat:
iyi bir iş, hizmet ve-
ya başarıdan ötürü verilen şey,
ödül.
nebat:
topraktan biten, yeti-
şen her türlü şey, bitki.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlâhî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebî.
rabbülâlemîn:
âlemlerin Rab-
bi, bütün âlemleri idare ve ter-
biye eden Allah.
rahman:
sonsuz merhamet
sahibi ve şefkatle bütün var-
lıkları rızıklandıran Allah.
rahmet:
şefkat etmek, mer-
hamet etmek, esirgemek.
rububiyet-i mutlaka:
mutla-
ka terbiye edicilik, Cenab-ı
Hakkın her şeyi kuşatan ve
emri altında tutan kayıtsız,
şartsız terbiye ediciliği.
sair:
diğer, başka, öteki.
saltanat:
sultanlık, padişahlık,
hükümdarlık.
saltanat-ı sermediye:
Sonsuz
saltanat.
semavat:
semalar, gökler.
sevk:
önüne katıp sürme, yö-
neltme.
Sultanü’d-Deyyan:
mükâfat-
landıran ve cezalandıran sul-
tan; Allah.
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
taat:
itaat etme, boyun eğ-
me, emre uyma.
tarz:
biçim, şekil, suret.
umum:
bütün.
umumî:
herkesle ilgili, genel.
zemin:
yer.
MEYVE RİSALESİ
| 340 |
o
n
B
irinci
Ş
ua
Şualar