ve beka-i uhrevîyi Cenab-ı Hakkın binler vaat ve ahitleri-
ne istinaden ilân edip mu’cizeleriyle doğru olduklarını is-
pat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velâyet, keşif ile ve zevk ile
aynı hakikate imza basıyorlar; elbette o hakikat güneş gi-
bi zahir olur. Şüphe eden divane olur.
evet, bir fende ve bir sanatta mütehassıs bir iki zatın o
fen ve o sanata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası ol-
mayan bin adamın –hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ih-
tisas da olsalar– muhalif fikirlerini hükümden ıskat ettik-
leri gibi; bir meselede, meselâ, ramazan hilâlini yevm-i
şekte ispat etmek ve “süt konservelerine benzeyen ce-
viz-i Hindî bahçesi rûy-i zeminde var” diye dava etmekte
iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip
davayı kazanıyorlar. Çünkü, ispat eden, yalnız bir ceviz-i
Hindîyi veyahut yerini gösterse, kolayca davayı kazanır.
onu nefiy ve inkâr eden bütün rûy-i zemini aramak, ta-
ramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle davası-
nı ispat edebildiği gibi; cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve
ispat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir göl-
gesini, bir tereşşuhunu göstermekle davayı kazandığı hâl-
de, onu nefiy ve inkâr eden bütün kâinatı ve ezelden ebe-
de kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkâ-
rını ve nefyini ispat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehem-
miyetli sırdandır ki, hususî bir yere bakmayan ve imanî
hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar –za-
tında muhal olmamak şartıyla– ispat edilmez, diye ehl-i
tahkik ittifak edip bir düstur-i esasî kabul etmişler.
Şualar
o
n
B
irinci
Ş
ua
| 345 |
MEYVE RİSALESİ
iskât:
düşürme, hükümsüz bırak-
ma.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
istinaden:
istinat ederek, daya-
narak, güvenerek, delil kabul ede-
rek.
keşfen:
keşif yoluyla, gizli bir şe-
yin Allah tarafından birisine ilham
edilmesi yoluyla.
keşif:
Allah tarafından ilham edil-
me, kalp gözüyle görme.
meselâ:
örneğin.
mesele:
önemli konu.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
muhal:
imkânsız.
muhalif:
zıt, karşıt.
mütehassıs:
ihtisası olan, ihtisas
sahibi, bir ilim dalında veya bir
meslekte derin bilgi sahibi olan,
işinin erbabı olan, uzman.
nefiy:
inkâr etme, olumsuzlama.
rûy-i zemin:
yeryüzü.
sır:
gizli hakikat.
tereşşuh:
sızıntı, damla.
umum:
bütün.
yevm-i şek:
Şaban-ı Şerif ayının
otuzuncu günü; Ramazan olması
zannedilip ancak hilâl görülme-
dikçe oruç tutulması münasip ol-
mayan gün.
zahir:
açık, aşikâr.
zat:
azamet ve ululuk sahibi olan,
âlim:
çok okumuş, bilen, bil-
gili, bilgin.
ceviz-i Hindî:
Hindistan cevi-
zi.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan, budala, alık.
düstur-i esasî:
temel prensip,
esas düstur.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i ihtisas:
ihtisas sahipleri,
bir dala mensup olanlar, her
hangi bir sahada uzman olan-
lar.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştı-
ranlar, gerçeğin peşinden gi-
denler.
ehl-i velâyet:
velî olanlar; eren-
ler, Allah’ın dostluğunu kaza-
nanlar, velîlik sıfatını taşıyan-
lar.
ezel:
başlangıcı olmayan geç-
miş zaman, öncesizlik.
fen:
tecrübî, ispatla meydana
gelmiş ilimlere verilen genel
ad.
galebe:
galip gelme, yenme,
üstünlük.
hakikat:
gerçek, esas.
hilâl:
yeni ay.
hususî:
özel.
hüküm:
emir, buyruk.
ihbar:
haber verme, bildirme,
anlatma, duyurma.
ihtisas:
bir ilim veya sanat dalı
üzerinde derinleşme, bir sa-
hada geniş bilgi sahibi olma,
uzmanlık.
ilân:
yayma, duyurma, bildir-
me.
imanî:
imana ait olan, imana
dair olan, imanla ilgili.
inkâr:
reddetme, inanmama,
kabul ve tasdik etmeme.