ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yeri-
ni, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte, o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde
doksanına o davayı kaybettirmeyen harika bir dava veki-
lini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kala-
cak gibi afakî malâyaniyat ile iştigal etmek tam bir akıl-
sızlık bildiğimizden, biz risale-i nur Şakirtleri, her birimi-
zin yüz derece aklımız ziyade olsa da, ancak bu vazifeye
sarf etmek lâzımdır, diye kanaatimiz var.
ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! sizler,
benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi, risale-i
nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şa-
kirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat et-
mişim ki: o büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve
yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesi-
kası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren
ve kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et
edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan
risale-i nur’dur. Bu on sekiz senedir, benim düşmanla-
rım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gad-
darâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ede-
rek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zin-
danlara soktukları hâlde, risale-i nur’un çelik kal’asında,
yüz otuz parça cihazatından ancak iki üç parçasına ilişe-
bilmişler. demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse
yeter.
afakî:
havaî, gereksiz, lüzumsuz
ve değersiz.
aleyh:
karşı, karşıt.
berat:
nişan, rütbe ve imtiyaz için
verilen belge, kurtuluş belgesi.
cihazat:
cihazlar, kendilerine ihti-
yaç duyulan maddî manevî alet-
ler.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
erkân:
reisler, ileri gelenler.
gaddarâne:
zalimce, gaddarca,
merhametsizce, haincesine.
gayet:
son derece.
harika:
olağanüstü.
haşiye:
dipnot.
iğfal:
yanıltma, gaflete düşürerek
kandırma, aldatma.
iman-ı tahkikî:
tahkikî iman, ima-
na dair bütün meseleleri incele-
yip delil ve bürhan ile inanma.
imha:
ortadan kaldırma, mahvet-
me.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
iştigal:
bir iş işleme, bir işle uğ-
raşmak, bir iş üzerinde çalışma,
meşgul olma.
kal’a:
büyük hisar.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
maddiyyun:
maddenin ezelî ve
ebedî olduğuna, sonradan yaratıl-
mamış bulunduğuna inananlar,
maddeye bağlı kalanlar, mad-
deciler, materyalistler.
malâyaniyat:
faydasız, boş
şeyler veya sözler.
mu’cize-i manevîye:
tesiri ma-
nevî olan mu’cize.
musibet:
felâket, belâ.
neş’et:
meydana gelme, oluş-
ma, çıkma.
saltanat:
sultanlık, padişahlık,
hükümdarlık.
sarf:
harcama.
senet:
dayanılacak ve güve-
nilecek şey, kuvvetli delil ola-
bilecek söz.
şakirt:
talebe, öğrenci.
vazife:
görev.
vekil:
başkasının yerine ve
adına hareket eden, konuşan.
vesika:
inanılacak, dayanıla-
cak, güvenilecek sağlam delil,
hüccet, belge.
zindan:
hapishane.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
ziyade:
çok, fazla.
MEYVE RİSALESİ
| 328 |
o
n
B
irinci
Ş
ua
Şualar