ÜÇÜNCÜ İŞaRet
Ehl-ibid’adiyorlarki
: “Bu taassub-i dinî bizi geri bı-
raktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Av-
rupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti.”
Elcevap
: Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyor-
sunuz. Çünkü Avrupa, dinine mutaassıptır. Hatta bir adî
Bulgara veya bir nefer-i İngilize veya bir serseri Fransıza,
“sarık sar; sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taas-
supları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz
bile dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.”
Hem, tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam
temessük etmişse, o zamana nispeten terakki etmiş; ne
vakit salâbeti terk etmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık
ise, bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş’et et-
miş.
Hem, İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslü-
man, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir
peygamberi kabul edemez. Belki Cenab-ı Hakkı dahi ik-
rar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki
kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz,
tefessüh eder. onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfi-
rin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahil-
de olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat
mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh
eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Hâl-
buki, Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye na-
fi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve
mukaddesat:
mukaddes olan
şeyler.
musalâha:
karşılıklı anlaşma.
mutaassıp:
bir fikre bağlı olan,
tutucu.
mühim:
önemli.
mürtet:
dinden dönen.
Müslüman:
İslâm dininden olan.
nafi:
faydalı.
nazar:
bakış, itibar.
nefer-i İngiliz:
İngiliz askeri.
neş’et etme:
ileri gelme, doğma,
ortaya çıkma.
nispeten:
kıyaslayarak.
peygamber:
Allah’ın elçisi.
sair:
diğer, öteki.
salâbet:
sağlamlık, manevî kuv-
vet, dinin emirlerini korumada ve
uygulamada ciddiyet.
şahit:
şahitlik yapan, ispatlayan.
taassub-i dini:
dine bağlılıktaki
sağlamlık.
taassup:
bağlılık, tutuculuk.
taassupları muktezasınca:
tutu-
cu ve bağlılıkları gereğince.
tedenni etme:
aşağı düşme, geri-
leme.
tefessüh:
bozulma, çürüme.
temessük etme:
sarılma, sıkıca
tutunma.
terakki:
yükselme, ilerleme.
terk:
bırakma, vazgeçme.
vakit:
zaman.
vaziyet:
durum.
vicdan:
hayrı şerden ayırt etme-
ye yardımcı olan ahlâkî duygu.
adî:
bayağı, aşağı.
asır:
yüzyıl.
bilâkis:
aksine, tersine.
Cenab-ı Hak:
Hz. Allah, hak-
kın ta kendisi olan, şeref ve
yücelik sahibi Allah.
cizye:
vergi.
dahil:
içeride, içinde.
ehl-i bid’a:
doğru yoldan sa-
pıp hurafelerin peşinden gi-
denler, sonradan çıkarılan za-
rarlı âdetleri dine mal etmeye
çalışanlar.
ehl-i İslâm:
İslâm topluluğu,
Müslümanlar.
fark-ı esasî:
esastaki fark, te-
meldeki fark, ayrılık.
hakaret:
hakirlik, küçük dü-
şürme.
hakk-ı hayat:
yaşama hakkı.
harbî kâfir:
İslâm ülkesinde,
kendisine güvence verilen;
kendisine geçici olarak İslâm
ülkesine girme ve oturum iz-
ni verilen Müslüman olmayan
kimse.
hariç:
dışta kalan.
hayat:
yaşayış.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal ha-
yat.
hükmüne geçmek:
yerinde
olmak, yerine geçmek.
ikrar:
tasdik ve kabul etme,
doğrulama.
İslâmiyet:
Müslümanlık.
kemalât:
faziletler, ahlâk gü-
zelliği, mükemmellikler.
kıyas:
karşılaştırma.
mahfuz:
korunmuş, gözetil-
miş.
medar:
sebep, vesile.
milliyet:
bir milleti diğer mil-
letten ayıran hâllerin ve özel-
liklerin tamamı.
mukaddes:
kutsal.
Mektubat | 741 |
Y
irmi
d
okuzuncu
m
ekTup