o söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten te-
mizlemekle beraber, âdeta mertebe-i velâyete çıkmış gi-
bi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir kera-
met izhar etmiş. Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde
derç edilmiş; müracaat olunsun.
Üçüncü Misal:
Burdurlu Hasan efendi isminde ehl-i
kalb bir ahiret kardeşim ve talebem vardı; bana karşı
haddimden çok fazla hüsnüzan ederek, büyük bir velîden
himmet beklemek gibi, bîçare benden medet bekliyordu.
Birden bire, hiç münasebet yokken, otuz ‹kinci sözü
Burdur köylerinde oturan birisine mütalâa etmek üzere
verdim. sonra Hasan efendi hatırıma geldi, dedim: “Şa-
yet Burdur’a gidersen Hasan efendi’ye ver, beş altı gün
mütalâa etsin.”
o adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan efendi’ye
vermiş. Hasan efendi’nin eceli otuz kırk gün kalmıştı.
gayet susamış bir adamın, Âb-ı kevser gibi tatlı suya rast
gelirken yapışması gibi, öyle de otuz ‹kinci söze yapış-
mış. Mütemadiyen mütalâa yapa yapa ve tefeyyüz ede
ede, hususan üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bah-
sinde tamamıyla derdine deva bulmuş. Ve bir kutb-i
azamdan beklediği feyzi onda bulmuş. sağlam olarak ca-
mie gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu rahman’a tes-
lim eylemiş (rahmetullâhi aleyh).
Dördüncü Misal:
Hulûsî Bey’in Yirmi Yedinci Mek-
tuptaki fıkralarının şahadetiyle, en mühim ve müessir ta-
rikat olan nakşî tarikatinden ziyade himmet ve medet,
Âb-ı kevser:
Cennetteki sulardan
biri; Kevser suyu.
âdeta:
sanki.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
bahis:
mevzu, konu, bölüm.
bîçare:
çaresiz, zavallı, şaşkın.
cami:
mescit, ibadet edilen yer.
derç:
koyma, yerleştirme.
deva:
ilâç, çare.
ecel:
Allah tarafından takdir edi-
len ölüm vakti.
ehl-i kalb:
kalb ehli olanlar, kal-
biyle manevî olarak ilerleyenler.
evham:
vehimler, kuşkular.
evvel:
önce.
feyiz:
ilim, irfan, manevî gıda.
fıkra:
kısım, bölüm.
gaflet:
Allah’tan uzaklaşıp nefsi-
nin arzularına dalmak, sorumsuz-
luk.
gayet:
çok, son derece.
had:
sınır, yetki, değer.
hatır:
zihin, fikir, kalb.
himmet:
yardım, manevî yardım.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüsnüzan:
bir kimse veya mese-
le hakkında güzel düşünceye sa-
hip olma.
izhar:
gösterme, belirtme, açığa
çıkarma.
keramet:
Allah’ın velî kullarında
görülen olağanüstü hâller veya
tabiatüstü hâdiseler.
kutb-i azam:
en büyük kutup,
birçok Müslümanın kendisine
bağlandıkları büyük evliyalardan
zamanın en büyük mürşidi.
manevî kirler:
günahlar, vesve-
seler, şüpheler.
medet:
inayet, yardım.
mertebe-i velâyet:
velîlik merte-
besi, derecesi.
mevkıf:
durak, kısım, bölüm.
misal:
benzer, örnek, numu-
ne.
muhabbetullah:
Allah sevgi-
si.
müessir:
tesirli, etkili.
mühim:
önemli.
münasebet:
ilgi, alâka, bağ.
müracaat:
başvurma, her-
hangi bir eserden yararlan-
ma.
mütalâa:
dikkatli okuma.
mütemadiyen:
sürekli ola-
rak, devamlı.
Nakşî:
Hz. Şah-ı Nakşiben-
dî’nin kurduğu tarikat ve bu
tarikate mensup olan.
Rahman:
ister mü’min, ister
kâfir; ister iyi isterse kötü ol-
sun; rahmeti bütün herkese
yayılan ve bütün yaratılmış-
ların rızıklarını ve geçim şekil-
lerini içine alan rahmetin sa-
hibi Allah.
rahmetullâhi aleyh:
Allah’ın
rahmeti onun üzerine olsun.
rast gelmek:
karşılaşmak.
şahadet:
şahitlik, işaret.
şayet:
eğer.
talebe:
öğrenciler.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için,
şeyhin gözetiminde müridin
takip edeceği terbiye usul ve
yolu, seyir ü sülûk sırasında
tutulan yol.
tefeyyüz:
feyizlenme, mane-
vî gıda alma.
teslim eylemek:
vermek.
vefat:
ölüm, ölme.
velî:
Allah’ın sevgisine, hima-
yesine kavuşmuş, ermiş kim-
seler, Allah dostu.
zahir:
görünen.
ziyade:
çok, fazla.
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
| 598 | Mektubat