eğer ferikler ve müşirler, “Bu adî nefere neden tenezzül
edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?” deseler, mağ-
rurâne bir divaneliktir. eğer o nefer dahi, vazifesinin ha-
ricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek
görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o memnun
olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeci-
ğine tenezzülen misafir gitse, kuru ekmekten başka bul-
mayan o nefer mahcup kalmamak için, o hâli gören ve
bilen padişah, elbette o neferini mahcup etmemek için,
matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem mi-
safirine tabla gönderir.
öyle de, kur’ân-ı Hakîm’in sadık bir hizmetkârı, ne
kadar adî olursa olsun, kur’ân namına, en büyük insan-
lara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin
ruhlu olanlara kur’ân’ın âlî elmaslarını, yalvararak, mü-
tezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne sa-
tar. onlar ne kadar büyük olursa olsun, o adî hizmetkâ-
ra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmet-
kâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gu-
rur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez. eğer o hazi-
ne-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları o bîçare hiz-
metkâra velâyet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar,
elbette hakikat-i kur’âniyenin merhamet-i kudsiyesi şa-
nındandır ki, o hizmetkârını mahcup etmemek için, ha-
zine-i hassa-i ‹lâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve
medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ede-
rek feyizdar etsin.
adî:
normal, sıradan.
âlî:
yüce, yüksek, kıymetli.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
divane:
deli, budala.
ebleh:
ahmak, aptal.
elbette:
kesinlikle, mutlaka.
ferik:
korgeneral.
feyizdar:
feyiz ve bereket veren.
had:
sınır, yetki.
hakikat-i kur’âniye:
Kur’ân’ın
hakikati, gerçeği.
haricinde:
dışında.
hazine-i hassa-i ‹lâhiye:
Allah’a
ait olan özel hazine.
hazine-i kudsiye:
kutsal hazine.
himmet:
yardım, ihsan.
hizmetkâr:
hizmetçi.
ihsan:
ikram, lütuf, bağış.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
kıyam:
ayağa kalkma.
mağrurâne:
gururlanarak.
mahcup:
utanan, utanmış.
matbah-ı şahane:
saray mutfağı,
hükümdarın mutfağı.
medar-ı gurur:
gururlanma
sebebi.
medet:
yardım, imdat.
medhal:
karışma, müdahale.
memnun:
hoşnut, razı.
merhamet-i kudsiye:
Cenab-ı
Hakkın kudsî merhameti,
acıması.
muhterem:
saygı değer, hür-
mete lâyık.
müftehirâne:
iftihar ederek,
gurur duyarak.
müracaat:
başvurma, danış-
ma.
müstağniyâne:
ihtiyaç duy-
mayarak, muhtaç olmayarak.
müşir:
mareşal.
müteşekkirâne:
teşekkür
ederek.
mütezellilâne:
zelil olarak, al-
çalarak.
namına:
adına, hesabına.
nazar:
bakış, göz atma.
nefer:
rütbesiz asker, er.
nişan:
bir hizmetten ötürü
verilen madalya.
padişah:
hükümdar, sultan.
sadık:
dostluğu ve bağlılığı iç-
ten olan, doğru sözlü.
şan:
şöhret, ün, mahiyet.
tabla:
içinde ufak tefek şeyler
bulunan elde taşınan kap.
tecavüz:
haddini aşma, söz
ve harekette ileri gitme.
tekebbür:
kibirlenme, bü-
yüklenme.
tenezzül etmek:
alçalma, al-
çak gönüllülük gösterip biri-
nin seviyesine inmek.
tenezzül:
alçak gönüllülük
gösterme.
vazife:
görev, iş.
velâyet:
velîlik, Allah dostlu-
ğu.
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
| 592 | Mektubat