Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ru-
hiyeme muvafık gelmedi. ne kadar düşündüm: Bunun
arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin
mi arkasından gideyim? tahayyürde kaldım. Her birinde
ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var; biriyle iktifa edemiyor-
dum.
o tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbi-
me geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin
menbaı ve şu seyyarelerin güneşi kur’ân-ı Hakîm’dir.
Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. öyle ise, en âlâ mürşit
de ve en mukaddes üstat da odur. ona yapıştım.
nakıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i
hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamı-
yor. Fakat, ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecatına göre, o
feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. de-
mek, kur’ân’dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî
mesail-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i ima-
niyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i ‹lâhiye hük-
mündedirler.
DÖRDÜNCÜ NOkta
sahabelerden ve tâbiîn ve tebe-i tâbiînden en yük-
sek mertebeli velâyet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i
kur’ân’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve
kur’ân onlar için hakikî ve kâfi bir mürşit olduğundan
gösteriyor ki, her vakit kur’ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade
ettiği gibi, velâyet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara
ifaza eder.
menba:
kaynak, merkez.
mertebe:
derece.
mesail-i ilmiye:
ilmî meseleler.
mesail-i imaniye:
imanî mesele-
ler.
muhtelif:
çeşitli, farklı.
mukaddes:
kusur ve noksanlar-
dan uzak, kutsal.
muvafık:
uygun, münasip.
mühim:
önemli.
mürşid-i hakikî:
gerçek ve doğru
yol gösterici.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu
gösteren.
nakıs:
noksan, eksik, kusurlu.
nefs-i kur’ân:
Kur’ân’ın kendisi.
nur:
aydınlık.
perişan:
dağınık, karışık.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
esirgeme, bağışlama.
ruhî:
ruha ait, ruhla ilgili.
Sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü
görmekle şereflenen ve onun
sohbetlerine katılan mü’min kim-
se.
sahib-i hâl:
hâl ve fiil sahibi olan.
seyyare:
gezegen.
tâbiîn:
Sahabeleri görmüş
mü’minler.
tahayyür:
hayrete düşme, şaş-
ma.
tavsiye:
öğütleme.
tebe-i tâbiîn:
Tabiîni görmüş ve-
ya onlardan ders almış Müslü-
manlar.
tevhid-i kıble:
tek bir yere yö-
nelmek, sadece bir üstat kabul
etme.
turuk:
yollar. tarikatler.
üstat:
öğretici; hoca.
vakit:
zaman.
velâyet-i kübra:
en büyük velâ-
yet, Allah’a yakınlığın inkişafına
bakan ve peygamber vârisliğin-
den gelen, kısa ve yüksek olan
tarikat berzahına uğramadan za-
hirden hakikate geçen velîlik
mesleği.
zat:
kişi, şahıs, fert.
âb-ı hayat:
hayat suyu.
ahval-i ruhiye:
ruh hâlleri,
psikolojik durumlar ve hâller.
aklî:
akla dayanan, akıl ile il-
gili.
âlâ:
yüce, üstün.
cazibedar:
çekici, cazibeli.
cetvel:
su kanalı, kanal.
derecat:
dereceler, mertebe-
ler.
ehil:
yetki sahibi olan, lâyık.
ehl-i kalb:
kalb ehli olanlar,
kalb yoluyla manevî olarak
ilerleyenler.
elbette:
kesinlikle, mutlaka.
feyiz:
ilim, irfan, manevî gıda.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek, doğru.
hâlî:
hâller ve davranışlarla il-
gili.
hasiyet:
özellik.
hisse:
pay, nasip.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
hükmündeki:
değerindeki.
ifade:
anlatma, söyleme,
açıklama.
ifaza:
feyizlendirme, bereket-
lendirme.
iktifa:
yeterli bulma, yetin-
me.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kâfi:
yeterli.
kalbî:
kalble ilgili, kalbe ait.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve
suresinde sayısız hikmet ve
faydalar bulunan Kur’ân.
kıymettar:
değerli, pahalı,
kıymetli.
lâyıkıyla:
yeterince, yakışa-
cak şekilde.
letaif:
lâtifeler, insanın mane-
vî yapısındaki duygular.
maarif-i ‹lâhiye:
‹lâhî bilgiler.
massetmek:
emmek.
Mektubat | 595 |
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup