nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avane-
leri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlûkata göre ayrı
ayrıdırlar. sülehanın
(HaşİYe)
ervahını kabzeden başkadır,
ehl-i şekavetin ervahını kabzeden yine başkadır;
(1)
nasıl
ki
(2)
Ék
£r
°ûn
f p
äÉn
£p
°TÉs
ædGn
h @ Ék
br
ôn
Z p
äÉn
Yp
RÉs
ædGn
h
ayeti işaret edi-
yor ki, “
kabz-ıervaheden,taifetaifedir
.”
Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm, Haz-
ret-i Azrail Aleyhisselâma değil, belki Azrail’in bir avane-
sinin misali cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine
ve Cenab-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen,
ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür.
(HaşİYe)
Üçüncümeslek
: Yirmi dokuzuncu sözün dördüncü
esasında beyan edildiği gibi ve ehadis-i şerifenin delâlet
ettiği üzere, “Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var.
Her başında kırk bin dili var. demek, seksen bin gözü
dahi var. Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.”
evet, madem melâikeler âlem-i şahadetin envaına gö-
re müekkeldirler, âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını
temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü,
âlem-i ervah:
ruhlar âlemi.
âlem-i şahadet:
şahadet âle-
mi, gözle gördüğümüz âlem.
avane:
yardım eden, yardım-
cı.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
beyan:
anlatma, açıklama.
binaen:
dayanarak.
celâdet:
kahramanlık, şiddet-
lilik.
celâlet:
büyüklük, heybetlilik.
ceset:
vücut, beden, cisim.
cesur:
yürekli, yiğit.
delâlet:
işaret, iz, delil olma.
ehl-i şekavet:
günahkâr, is-
yancı olanlar.
enva:
çeşitler, neviler.
enva-ı mahlûkat:
yaratılmış
olanların türleri, çeşitleri.
ervah:
ruhlar.
ervah-ı evliya:
velî kimsele-
rin ruhları.
fıtrî:
doğuştan olan, yaratılış-
tan gelen.
gayet:
çok, son derece.
hadis-i şerif:
Peygamberimiz
Hz. Muhammed’in sözleri,
emirleri, fiilleri.
haşiye:
açıklayıcı yazı, dipnot.
HaşİYe:
Bizde “seyda” lâkabıyla meşhur bir velî-i azîm, sekeratta iken, er-
vah-ı evliyanın kabzına müekkel melekülmevt gelmiş. seyda, bağırarak
demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı
ervahına müekkel, mahsus taife ruhumu kabzetsin” diye dergâh-ı ‹lâhi-
yeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.
HaşİYe:
Hatta memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde
melekülmevti görmüş, demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” kalk-
mış, atına binmiş, kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane,
at üstünde vefat etmiş.
1.
Neseî, Cenaiz: 9; ‹bniMâce, Cihad: 10.
2.
Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara. Ve mü’minin ruhu-
nu kolaylıkla alanlara. (Naziat Suresi: 1-2.)
Mektubat | 589 |
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
hulkî:
yaratılıştan.
kabz:
teslim alma, ruhun Azrail
tarafından alınması.
kabzetmek:
ruhun Azrail tarafın-
dan alınması.
kabz-ı ervah:
ruhların alınması,
ölme.
kâfir:
Allah’ı ve ‹slâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
lâkap:
takma ad, ünvan.
lâzım:
gerek, gerekli.
mahsus:
özel, hususî.
makul:
akla uygun.
melâike:
melekler.
melekülmevt:
ölüm meleği, Az-
rail.
memleket:
şehir, il, kasaba.
merdane:
mertçe, erkekçe.
meşhur:
tanınmış, herkesin bildi-
ği, ünlü, namlı.
meydan okumak:
mücadele için
karşısına çıkmak.
misalî:
görüntüden ibaret.
muavin:
yardım eden, yardımcı.
müekkel:
vekil tayin edilmiş, va-
zifeli, görevli.
mü’min:
Allah’a iman eden, ina-
nan.
nazdar:
nazlı.
nevi:
cins.
sekerat:
can çekişme hali, ölmek
üzere olan bir kişinin kendinden
geçmesi.
seyda:
efendi, hoca, şeyh.
süleha:
dinin emir ve yasaklarına
uygun hareket eden salih kimse-
ler.
şahit:
tanık, gören.
taife:
grup, takım.
talebe-i ulûm:
ilim öğrenen tale-
beler, öğrenciler.
temsil:
örnek, bir şeyin aynısını
veya mislini yapma, benzetme.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı Hak-
kın bütün noksan sıfatlardan
uzak ve bütün kemal sıfatlara sa-
hip olduğunu ifade eden sözler.
tokat aşk etmek:
tokat vurmak..
vak’a:
hâdise, olay, mesele.
vefat:
ölme.
velî-i azîm:
büyük velî.