hürmetsizliktir.
(1)
p
ôn
?n
Ñ r
dG p
¥Én
ær
Yn
G »/
a p
Qn
Qt
ódG p
?«/
?r
©n
à`n
c
darbımeseli
gibi oluyor. Çünkü, bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati
risale-i nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka
dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gi-
bi, zehirden lezzet alıyorlar.
• DÖRDÜNCÜ NOkta:
Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve
fevkalkanundur. Çünkü, menfilerin ve esirlerin ve zin-
dandakilerin kanunları meydandadır. onlar kanunen ak-
rabasıyla görüşürler, ihtilâttan men olunmazlar. Her mil-
let ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Be-
nim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla
beraber kaldılar; ne ihtilâttan, ne muhabereden ve ne de
gezmekten menolunmadılar. Ben, menolundum. Ve
hatta camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şafiîlerce,
tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, ba-
na terk ettirilmeye çalışıldı.
Hatta Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde
ümmî bir zat, kayın validesiyle beraber tebdil-i hava için
buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma gel-
di. üç müsellah jandarma ile camiden istenildi. o me-
mur, hilâf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp, “Af
edersiniz, gücenmeyiniz; vazifedir” demiş, sonra “Haydi,
git” diyerek ruhsat vermiş.
Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse an-
laşılır ki, bana karşı sırf keyfî muameledir ki, yılanları,
ahbap:
dost, tanıdık, sevilen dost.
cevher:
elmas, değerli taş.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma,
inançsızlık.
darbımesel:
atasözü.
ehil:
lâyık.
emsal:
benzerler.
fevkalkanun:
kanun üstü, kanu-
nun kabul etmediği.
gücenmek:
darılmak.
hadis:
Hz. Muhammed’e ait söz,
emir, fiil.
hakikat:
gerçek, doğru.
hemşehrilik:
aynı şehirden olan.
hilâf-ı kanun:
kanuna ters, ka-
nun dışı.
hürmetsizlik:
saygısızlık.
hınzır:
domuz.
ihtilât:
insanlarla görüşme, bir
araya gelme.
itibarıyla:
sebebiyle.
kanunen:
kanuna göre.
kayın valide:
kaynana.
kelime-i tevhit:
“Lâ ilâhe illâ Hû”
ifadesindeki Ondan (Allah’tan)
başka ilâh yoktur.
keyfî:
kanun ve nizama uygun
olmayarak.
kıyas:
karşılaştırma.
masun:
korunmuş, korunan.
men:
yasak etme, mâni olma,
engelleme.
menfî:
nefyedilmiş, sürgün edil-
miş, sürgün.
misal:
örnek, numune.
muamele:
davranış.
muhabere:
haberleşme.
muhacir:
hicret eden, göç eden.
mülhem:
ilham olunmuş.
müsellâh:
silâhlı.
ruhsat:
izin, müsaade.
sair:
diğer, başka, öteki.
setretmek:
örtmek, kapat-
mak.
sünnet:
farz ibadetler dışın-
da, Hz. Muhammed’in yap-
mayı âdet edindiği ibadetler.
sırf:
yalnız, tamamıyla, büs-
bütün.
Şafiî:
Şafiî mezhebinden olan.
şebab:
genç.
taat:
ibadet etme, Allah’ın
emirlerini yerine getirme.
tebdil-i hava:
hava değişimi.
tecavüz:
haddini aşma, söz
ve harekette ileri gitme, sal-
dırma.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı
Hakkın bütün noksan sıfatlar-
dan uzak ve bütün kemal sı-
fatlara sahip olduğunu ifade
eden sözler.
ümmî:
okuma yazması olma-
yan, okumamış.
vakıa:
olay, hâdise.
vazetmek:
anlatmak, söyle-
mek.
vazife:
iş, görev.
zat:
kişi, şahıs, fert.
zindan:
hapishane.
zındıka:
dinsizlik, inançsızlık.
1.
‹neğin boynuna inci takmak gibi. (Hadisten mülhem bir darbımesel. Misal: “‹lmi, ehli olma-
yana vazetmek, cevherleri hınzırın boynuna takmak gibidir.” (‹bni Mâce, Mukaddime, s. 81.)
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
| 606 | Mektubat