Acaba fânî ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle, onun
yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücut kalsa, denilir
mi ki, “ona yazık oldu” veyahut “Abes oldu” veyahut
“Şu sevimli mahlûk neden gitti?” şekva edilebilir mi?
Belki onun hakkındaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle
iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa, bir tek za-
rar gelmemek için, binler menfaati terk etmek lâzım ge-
lir ki, o hâlde binler zarar olur.
demek rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleri, zevale ve fi-
raka muarız değiller; belki istilzam edip iktiza ediyorlar.
beŞİNCİ İŞaRet
p
ás
«p
ªr
?p
©r
dG p
óp
gÉn
°ûn
Ÿr
Gn
h p
ás
«p
fÉn
ër
Ñ°t
ùdG p
äÉn
foD
ƒt
°ûdG p
Qƒo
¡o
¶p
d :Ék
°ùp
eÉn
Nn
h
fık-
rası ifade ediyor ki:
Mevcudat, hususan zîhayat olanlar, vücud-i sûrîden
gittikten sonra, bâkî çok şeyleri bırakırlar, öyle giderler.
İkinci remizde beyan edildiği gibi, zat-ı Vacibü’l-Vü-
cud’un kudsiyet ve istiğna-i kemaline muvafık bir tarzda
ve ona lâyık bir surette, hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz
bir şefkat, gayetsiz bir iftihar, tabiri caiz ise, mukaddes,
hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç –tabirde hata olma-
sın– hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh,
şuunat-ı rububiyetinde bulunur ki, onların âsârı bilmüşa-
hede görünüyor. İşte o şuunat iktiza ettikleri hayretnüma
faaliyet içinde, mevcudat, tebdil ve tağyir ile, zeval ve
fenâ içinde sür’atle sevk ediliyor, mütemadiyen âlem-i
şahadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o şuunatın
abes:
boş, anlamsız, gayesiz.
âlem-i gayp:
varlığı kesin olan ve
mahiyeti Allah tarafından bilinen,
görünmeyen başka dünyalar.
âlem-i şahadet:
şahadet âlemi,
gözle gördüğümüz âlem.
asar:
eserler.
bâkî:
devamlı, kalıcı.
beka:
kalıcılık, devamlılık.
beyan:
anlatma, bildirme.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
caiz:
uygun, olabilir.
faaliyet:
çalışma, iş görme.
fânî:
geçici, ölümlü.
fenâ:
yok olma, geçip gitme.
ferah-ı münezzeh:
kusur ve nok-
sanlardan uzak, tam huzur, ferah.
firak:
ayrılık, hicran.
fıkra:
bölüm, kısım.
gayetsiz:
nihayetsiz, sonsuz.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hakîm:
her şeyi bir maksatla,
manalı, yerli yerinde yaratan,
sonsuz hikmet sahibi Allah.
hayretnüma:
hayret veren.
hikmet:
belirli gayelere yönelik,
faydalı, anlamlı, yerli yerinde
oluş.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ifade:
anlatma, bildirme.
iftihar:
övünme,
iktiza etme:
gerektirme.
istiğna-i kemal:
mükemmel zen-
ginlik, hiçbir şeye ihtiyaç duyma-
yan mükemmellik.
istilzam etme:
gerektirme.
kudsiyet:
kutsallık, kusur ve nok-
sanlardan uzak oluş.
lezzet-i mukaddes:
her türlü ku-
sur ve noksandan uzak lezzet.
mahlûk:
varlık, yaratık.
mazhar:
erişme, nail olma.
menfaat:
fayda, yarar.
mevcudat:
varlıklar, yaratılmış
şeyler.
muarız:
ters, zıt.
muhabbet:
sevgi.
mukaddes:
kutsal, her türlü
kusur ve noksandan uzak.
muvafık:
uygun.
muvakkat:
geçici, süreli.
mütemadiyen:
sürekli ola-
rak, devamlı.
nevi:
tür, çeşit.
nihayetsiz:
sonsuz.
Rahîm:
sonsuz merhamet ve
şefkat sahibi olan Allah.
rahmet:
acıma, merhamet
etme, esirgeme, bağışlama,
şefkat gösterme.
remiz:
işaret.
sevk:
gönderme, yollama.
suret:
şekil, biçim, tarz.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek karşılıksız sevme,
şekva:
şikâyet, yakınma.
şuunat:
Allah’ın yüce zatının
gereği olan ve zatından ayrıl-
mayan işler, fiiller.
şuunat-ı rububiyet:
idare ve
terbiye edici Rabbimizin zatı-
na mahsus iş, fiil, hâl ve key-
fiyetleri.
tabir:
ifade, deyim, açıklama.
tağyir:
değiştirme, başkalaş-
tırma, bozma.
tarz:
şekil biçim
tebdil:
değiştirme, başka bir
hale getirme.
Vedûd:
çok şefkatli olan ve
çok sevgi beslenen, seven ve
sevilen Allah.
vücud-i sûrî:
görünen vücut,
varlık.
Zat-ı Vacibü’l-Vücud:
varlığı
mutlaka gerekli olan zat, Ce-
nab-ı Allah.
zeval:
sona erme, yok olma.
zîhayat:
hayat sahibi.
Y
irmi
d
ördÜncÜ
m
ekTup
| 498 | Mektubat