nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer
tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bı-
rakmakla beraber, küçük elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı
mahfuzanın küçük numuneleri olan hafızalarda binler su-
retini bırakıp, zîşuurlara etvar-ı hayatıyla ifade ettiği tes-
bihat-ı rabbaniye ve nukuş-i esmaiyeyi okutturur, sonra
gider. öyle de, yeryüzünün saksısında güzel masnuatla
münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir. zahiren ze-
val bulur, ademe gider; fakat onun tohumları adedince
ifade ettikleri hakaik-ı gaybiye ve çiçekleri adedince neş-
rettiği hüviyet-i misaliye ve mevcudatı adedince göster-
dikleri hikmet-i rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücut-
ta bırakıp, sonra bizden saklanır. Hem, o giden baharın
arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır; tâ onlar ge-
lip vazife görsünler. demek o bahar, zahirî bir vücudu çı-
karır, manen bin vücut giyer.
ÜÇÜNCÜ İŞaRet
p
ás
jp
ón
er
ôs
°ùdG p
ôp
XÉn
æn
Ÿr
Gn
h p
ás
jp
hn
ôr
No
’r
G p
äGn
ôn
ªs
ãdG p
ôr
°ûn
f n
™n
e :Ék
ãp
dÉn
Kn
h
fıkra-
sı ifade ediyor ki:
dünya bir destgâh ve bir mezraadır; ahiret pazarına
münasip olan mahsulâtı yetiştirir. Çok sözlerde ispat et-
mişiz: nasıl ki cin ve insin amelleri ahiret pazarına gön-
deriliyor; öyle de, dünyanın sair mevcudatı dahi, ahiret
hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulât yetiş-
tiriyorlar. Belki küre-i arz onlar için geziyor. Belki deni-
lebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i rabbaniye, yirmi dört
bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haş-
rin etrafında dönüyor.
danı, kıyametten sonra bütün in-
sanların hesap için toplandığı yer.
mezraa:
tarla.
münakkaş:
nakışlanmış, süslen-
miş.
münasip:
uygun, yakışır.
neşir:
dağıtma, yayma.
nukuş-i esma:
isimlerin nakışları,
işlemeleri.
numune:
örnek.
sair:
diğer, başka, öteki.
sefine-i Rabbaniye:
Rabbanî ve
İlâhî bir gemi olan dünyamız.
suret:
biçim, şekil, görüntü.
tesbihat-ı Rabbaniye:
Allah’ı
öven, kusur ve noksanlardan
uzak olduğunu ifade eden sözler.
tezgâh:
üretim aleti, yeri.
vazife:
görev, iş.
vücut:
varlık, beden.
zahiren:
görünüşte.
zahirî:
görünen, görünürdeki.
zeval:
sona erme, yok olma.
zîşuur:
şuur sahibi.
adem:
yokluk, hiçlik.
adet:
sayı.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
amel:
iş, davranış.
bedel:
karşılık; yerine.
cin:
bir cins ateşten yaratıl-
mış olup dünyanın insandan
sonra en mühim sakini.
destgâh:
tezgâh; el makinesi.
elvah-ı mahfuza:
her şeyin
kaderinin kaydedilip korun-
duğu manevî levhalar.
etvar-ı hayat:
hayat boyu
yaşanan değişimler, hâller.
fıkra:
kısım, bölüm.
hafıza:
bellek.
hakaik-ı gaybiye:
gizli ve bi-
linmeyen gerçekler.
hikmet-i Rabbaniye:
her şe-
yin Rabbi olan Allah’ın tedbir,
terbiye ve idaresinin belirli
gayelere yönelik anlamlı, fay-
dalı ve yerli yerinde olması.
hüviyet-i misaliye:
asılların
temsilcisi ve numunesi olan
görüntülere ait kimlik.
ifade:
anlatma, bildirme.
ins:
insan, âdemoğlu.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme, kanıtlama.
küre-i arz:
dünya, yer küre.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
bütün özellikleri.
mahsulât:
ürünler, neticeler.
manen:
manevî yönden; gö-
rünmeyen.
masnuat:
sanatla yapılmış
şeyler.
mesafe:
uzaklık, uzunluk.
meselâ:
örnek olarak.
mevcudat:
varlıklar, yaratıl-
mış şeyler.
meydan-ı haşir:
haşir mey-
Mektubat | 495 |
Y
irmi
d
ördÜncÜ
m
ekTup