Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırs ile
beklersin. “Aman gelmedi, aman gelmedi” deyip, en ni-
hayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir da-
kika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim neti-
ce bozulur.
Şu hâdisatın sırrı şudur ki:
nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen,
fırına terettüp eder. öyle de, tertib-i eşyada bir teenni-i
hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teenni ile hareket etmedi-
ği için, o tertipli eşyadaki manevî basamakları müraat et-
mez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bıra-
kır, maksada çıkamaz.
İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya
ile sarhoş olmuş kardeşler!
Hırs bu kadar muzır ve belâlı bir şey olduğu hâlde, na-
sıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram-helâl demeyip
her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri fe-
da ediyorsunuz; hatta, erkân-ı İslâmiyenin mühim bir
rüknü olan zekâtı hırs yolunda terk ediyorsunuz? Hâlbu-
ki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dafi-i beliyyat-
tır. zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir
mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir mu-
sibet gelip alacaktır.
Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî-
nin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:
“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve
meşakkat-i bedeniye nedendir?”
acip:
hayret uyandıran şey; garip.
belâ:
musibet, gam, keder, afet,
sıkıntı.
dafi-i beliyyat:
belâları savuştu-
ran.
değirmen:
öğüten araç veya alet.
derd-i maişet:
geçim sıkıntısı.
erkân-ı İslâmiye:
İslâmiyetin
esasları, temelleri, rükünleri.
feda etme:
gözden çıkarma, uğ-
runa verme.
hadisat:
olaylar.
hakikat:
gerçek, hayali olmayan,
görülen.
haram-helâl:
dinin yasakladığı ve
yapılmasına izin verdiği şey.
Harb-i umumî:
Birinci Dünya Sa-
vaşı.
harman:
tahıl tanelerinin saman-
dan ayrılması için yapılan iş.
hayat-ı uhreviye:
uhrevî hayat,
ahirete ait olan hayat.
hırs:
aç gözlülük, aşırı istek.
hırs-ı dünya:
dünyaya karşı gös-
terilen açgözlülük.
irtikâp etme:
kötü iş işleme, kö-
tülük etme.
lâzım:
gerek, gerekli, lüzumlu.
lüzumsuz:
gereksiz.
maksat:
kastedilen, istenilen şey.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan, manevî bakımdan.
meselâ:
misal olarak, örnek.
meşakkat-i bedeniye:
vücut iti-
barıyla, bedenen çekilen zor-
luklar, meşakkatler.
musibet:
felâket, sıkıntı.
muzır:
zararlı, zarara sokan.
mühim:
önemli.
müraat etmek:
tatbik et-
mek, gözetmek, uygulamak.
Müslüman:
İslâm dininden
olan, mü’min, Müslim.
netice:
sonuç, özet.
noksan:
eksiklik, azlık.
rükün:
esas, kaide, prensip.
rüya-i hayaliye:
hayalde gö-
rülen rüya.
sabır:
sabır, dayanma, katlan-
ma, zorluklara dayanma gü-
cü; Allah’a tevekkül edip sı-
kıntılara göğüs germe, nefsi-
ne hâkim olma, günaha soka-
cak işlere veya şeylere karşı
kendini tutma.
sebeb-i bereket:
bereket se-
bebi, bolluk ve saadet nede-
ni.
şahıs:
insan.
teenni:
acele etmeden, dik-
katli davranma.
teenni-i hikmet:
belli fayda
ve gayeleri takip eden ölçülü
düşünceli davranış.
terettüp etme:
gerekme,
belli bir sırayı gerektirme.
terk:
bırakma, salıverme,
vazgeçme.
tertib-i eşya:
eşyanın sıralan-
ması, belli bir düzende gel-
mesi.
tertip:
düzenleme, sıralama.
zayiat-ı maliye:
malî zarar ve
ziyan.
zekât:
İslâm’ın beş şartından
biri, Allah için malın belli bir
kısmının her yıl zekât verile-
bilecek kimselere dağıtılması.
zillet:
hakirlik, horluk.
Y
irmi
i
kinci
m
ekTup
| 460 | Mektubat