Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit,
muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün na-
kışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nu-
kuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın ba-
şındaki göz bebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin
münasebatını ve vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife kar-
şı vaziyetini bilmekle oluyor. öyle de, ehl-i hakikatin çok
ileri giden bir kısmı, kur’ân’ın kelimatında pek çok mü-
nasebatı ve sair ayetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâ-
kaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ile-
ri gidip, bir harf-i kur’ân’da bir sahife kadar esrarı, ehli-
ne beyan ederek ispat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı külli Şey’in kelâmıdır; her bir ke-
limesi, kalp ve çekirdek hükmüne geçebilir. etrafında es-
rardan müteşekkil bir cesed-i manevîye kalp; ve şecere-i
maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.
İşte, insanın sözlerinde, kur’ân’ın kelimeleri gibi keli-
meler, belki cümleler, ayetler bulunabilir. Fakat,
kur’ân’da çok münasebat gözetilerek bir tarz ile yerleşti-
rildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yer-
leşsin.
ÜÇÜNCÜ NÜkte
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın hulâsatülhulâsa bir icmal-i
mahiyeti için, bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-i haki-
kîyi Cenab-ı Hak benim kalbime ihsan etmişti. Şimdi, ay-
nen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız, sonra manasını
beyan edeceğiz. İşte:
Mektubat | 319 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı
Kerîm, izahı insan gücünün üs-
tünde olan Kur’ân-ı Kerim.
meselâ:
örnek olarak.
muhtelif:
çeşitli, farklı.
münakkaş:
nakışlı, işlemeli, süs-
lü.
münasebet:
münasebetler, ilgiler,
bağlar.
müteaddit:
birçok, çeşitli.
müteşekkil:
meydana gelmiş, oluş-
muş.
mütevakkıf:
bağlı.
nakış:
işleme, süs.
nukuş:
nakışlar, işlemeler.
sahife:
sayfa.
sair:
diğer, başka, öteki.
şecere-i maneviye:
manevî ağaç.
tarz:
biçim, şekil, kendine has oluş.
tefekkür:
bir mesele hakkında
zihni faaliyet gösterme, düşünme,
fikir üretme.
tefekkür-i hakikî:
gerçek, asıl te-
fekkür.
ulema-i ilm-i huruf:
harf ilmiyle
uğraşan âlimler.
vaziyet:
durum, hâl.
vezaif:
vazifeler, görevler.
vezaif-i acibe:
hayrette bırakan,
harika, şaşırtıcı görevler.
vücuh:
vecihler, yönler, yüzler.
alâka:
ilgi.
arabî:
Arapça.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
beyan etmek:
anlatmak, açık-
lamak, bildirmek.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın ta kendisi olan,
şeref ve azamet sahibi yüce
Allah.
ceset:
gövde, vücut, beden.
cesed-i manevî:
manevî vü-
cut, varlık.
ehil:
kabiliyetli, yetenekli, lâ-
yık olan.
ehl-i hakikat:
gerçeği ve doğ-
ruyu bulup onun peşinden gi-
denler.
esrar:
sırlar, gizlenilen ve bi-
linmeyen şeyler.
Hâlık-ı külli Şey:
kâinatta var
olan her şeyin yaratıcısı, Al-
lah.
harf-i kur’ân:
Kur’ân harfi.
hulâsatülhulâsa:
hulâsanın hu-
lâsası, özünün özü.
hususan:
özellikle.
hükmünde:
yerinde, değerin-
de.
hükmüne geçmek:
yerine geç-
mek, değerinde olmak.
ibare:
cümle, paragraf, ifade.
icmal-i mahiyet:
mahiyetin
özeti.
ihsan etmek:
bağışlamak, ik-
ram etmek.
ilm-i muhit:
her şeyi ihata
edici, kuşatıcı ilim.
ispat:
doğruyu delil göstere-
rek meydana koyma.
kelâm:
söz.
kelimat:
kelimeler, sözler.
kısım:
bölüm, kol, dal.
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açık-
lamalarıyla akılları benzerini