iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sahifede güzel ve mani-
dar bir münasebet-i adediye gösterir.
(HaşİYe 1, 2, 3, 4)
Mektubat | 313 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
hitam bulma:
sona erme, bitme.
i’caz:
mu’cizelik özelliği; taklidi
mümkün olmayacak derecede gü-
zel ve düzgün söz söyleme.
ifade-i Furkan:
Kur’ân’ın ifadesi,
anlatımı, söyleyiş tarzı.
ihlâl etmek:
bozmak.
İlâhî huzur:
insanın kendisini Al-
lah’ın manevî huzurunda olduğu-
nu bilmesi hâli.
İsm-i azam:
Cenab-ı Hakkın bin
bir isminden en büyük ve mana-
ca diğer isimleri kuşatmış olanı.
işmam etme:
hissettirme.
ittihat:
birleşme; fikir birliği etme.
ittihaz etmek:
kabul etmek.
izzet:
şeref, yücelik, üstünlük.
kabil-i taklit:
taklit edilebilir, ben-
zeri yapılabilir.
kafiye:
şiirde mısra sonunda ses
uyuşması.
kahtugalâ:
yokluk ve kıtlık.
kat’iyen:
kesinlikle, hiçbir zaman,
asla.
lâfız:
söz, kelime.
lâtif:
güzel, hoş.
manidar:
manalı, anlamlı.
mazhar olma:
şereflenme, kavuş-
ma; görünme yeri, ayna olma.
mertebe-i ulvî:
yüce mertebe,
yüksek derece.
mezâyâ:
meziyetler, üstünlükler.
mezâyâ-i fesahat:
açık ve düz-
gün ifade üstünlükleri.
meziyet:
üstünlük vasfı, özelliği.
muaraza etmek:
karşı gelmek,
sözle mücadele etmek.
mukaddes:
kutsal, her türlü çir-
kinlikten ve eksiklikten arınmış.
müdayene ayeti:
Bakara Suresi-
nin 282. ayeti.
mümtaz:
üstün, seçkin.
münacat:
dua etme, yalvarma.
münasebet-i adediye:
sayıca
denklik, uygunluk.
nazar:
dikkat, bakış.
nazım:
tertip, diziliş, düzen.
nevi:
tür, çeşit.
nihayet:
son.
nokta-i nazar:
bakış açısı.
Rab:
besleyen büyüten, ıslah ve
terbiye eden Allah.
sanat-ı lâfzıye:
ifadelerin sanatlı
kullanılması.
sebeb-i ref:
ortadan kaldırma se-
bebi.
sırr-ı i’caz:
mu’cize oluşun sırrı.
suret:
biçim, şekil, tarz.
Süreyya yıldızı:
Ülker (Pervin) yıl-
dızı.
tanzir etmek:
benzerini yapmak.
ukul-i beşeriye:
insanların akılla-
rı.
ulvî:
yüksek, yüce.
üslûp:
ifade tarzı, ifade biçimi.
vahid-i kıyasî:
ölçü birimi.
virt:
belli zamanlarda sık sık ve
devamlı okunan zikir ve dua.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
âlem-i ahiret:
ahiret âlemi.
âlem-i rububiyet:
Cenab-ı Hak-
kın terbiye, idare ve iradesi-
nin icra edildiği âlem.
âlî:
yüce, yüksek.
belâgat:
hâlin ve makamın
gereğine uygun anlatma.
beyan-ı kur’ân:
Kur’ân’ın açık-
laması, anlatımı.
cem’iyet:
çok manaları ve özel-
likleri içine alan.
cihet:
yön, yan.
derece-i iman:
imanın dere-
cesi.
ehl-i münacat ve zikir:
Al-
lah’ı bolca anıp dua edenler.
fehmetmek:
anlamak.
fesahat:
açıklık ve akıcılık.
fıtrî:
yaratılışa uygun.
Hâlık-ı kâinat:
kâinatın yara-
tıcısı olan Allah.
has:
hususî, özel.
haşiye:
dipnot, açıklayıcı yazı.
haşmet:
ihtişam, heybet.
hatır:
düşünce; hâl; his.
hitap:
söz, söz söyleme.
HaşİYe 1:
Hem, ehl-i zikir ve münacata karşı, kur’ân’ın ziynetli ve ka-
fiyeli lâfzı ve fesahatli, sanatlı üslûbu ve nazarı kendine çevirecek belâ-
gatin mezâyâsı çok olmakla beraber, ulvî ciddiyeti ve İlâhî huzuru ve
cem’iyet hatırı veriyor, ihlâl etmiyor. Hâlbuki, o çeşit mezâyâ-i fesahat
ve sanat-ı lâfzıye ve nazım ve kafiye, ciddiyeti ihlâl eder, zarafeti işmam
ediyor, huzuru bozar, nazarı dağıtır. Hatta münacatın en lâtifi ve en
ciddîsi ve en ulvî nazımlı ve Mısır’ın kahtugalâsının sebeb-i ref’i olan
İmam-ı Şafiî’nin meşhur bir münacatını çok defa okuyordum. gördüm
ki, nazımlı, kafiyeli olduğu için, münacatın ulvî ciddiyetini ihlâl eder.
sekiz dokuz senedir virdimdir. Hakikî ciddiyeti, ondaki kafiye ve na-
zımla birleştiremedim. ondan anladım ki, kur’ân’ın has, fıtrî, mümtaz
olan kafiyelerinde, nazım ve mezâyâsında bir nevi i’cazı var ki, hakikî
ciddiyeti ve tam huzuru muhafaza eder, ihlâl etmez. İşte, ehl-i münacat
ve zikir, bu nevi i’cazı aklen fehmetmezse de, kalben hisseder.
HaşİYe 2:
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın manevî bir sırr-ı i’cazı şudur ki:
kur’ân, İsm-i Azama mazhar olan resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesse-
lâmın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor.
Hem, mukaddes bir harita gibi, âlem-i ahiretin ve âlem-i rububiyetin
yüksek hakikatlerini beyan eden, gayet büyük ve geniş ve âlî olan hak
dinin mertebe-i ulviyesini fıtrî bir t sbarzda ifade ediyor, ders veriyor.
Hem, Hâlık-ı kâinatın, umum mevcudatın rabbi cihetinde, hadsiz iz-
zet ve haşmetiyle hitabını ifade ediyor. elbette bu suretteki ifade-i Fur-
kan’a ve bu tarzdaki beyan-ı kur’ân’a karşı,
t
øp
÷r
Gn
h o
¢ùr
fp
’r
G p
ân
©n
ªn
àr
LG p
øp
Än
d r
?o
b
(1)
p
¬p
?r
ãp
ªp
H n
¿ƒo
Jr
Én
j n
’ p
¿'
Gr
ôo
?r
dG Gn
ò'
g p
?r
ã`p
ªp
H Gƒo
Jr
Én
j r
¿n
G '
¤n
Y
sırrıyla bütün ukul-i beşeriye
ittihat etse bir tek akıl olsa dahi, karşısına çıkamaz, muaraza edemez.
(2)
És
jn
ôt
ãdG n
øp
e Gn
ôs
ãdG n
ør
jn
G
Çünkü, şu üç esas nokta-i nazarında, kat’iyen ka-
bil-i taklit değildir ve tanzir edilmez!
HaşİYe 3:
kur’ân-ı Hakîm’in umum sahifeleri ahirinde ayet tamam
oluyor. güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. Bunun sırrı şudur ki:
en büyük ayet olan Müdayene ayeti sahifeler için, sure-i İhlâs ve kev-
ser satırlar için bir vahid-i kıyasî ittihaz edildiğinden, kur’ân-ı Hakîm’in
bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülüyor.
Â
1.
De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya top-
lanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsra Suresi:
88.)
2.
Yer nerede, Süreyya yıldızı nerede!