biri umum kâinatı istilâ etmesi ve sair ef’al ile muavenet-
tarâne birleşmesi itibarıyla, kâinatı tecezzi kabul etmez bir
küll hükmüne getirdiği gibi; zîhayat mahlûkların her biri-
si, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir numunesi hük-
münde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi
ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiş-
tir.
demek kâinat öyle bir külldür ki, bir cüz’e rab olmak,
umum o külle rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki,
her bir cüz, bir fert hükmüne geçip, bir tek ferde rububi-
yetini dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar etmekle ola-
bilir.
aLtıNCı İŞaret
Ferdiyet-i rabbaniye ve vahdet-i İlâhiye, bütün kema-
lâtın
(HaşİYe)
medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki
hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni olduğu gi-
bi, zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve ar-
zularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir.
eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalip ve arzuları
sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek,
hem mevcut ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’ida-
mına vesile olacak.
HaşİYe:
Hatta hadsiz kemal ve cemal-i İlâhînin tahakkukuna en zahir
bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünkü, kâinatın sânii, Vahid-i
ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o sâni-i Vahid’de
bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri
ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa, kâinatın kemalâtı ve cemal-
leri, mahlûkata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. o vakit, akl-ı
beşer nazarında, kemalât-ı İlâhiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız,
meçhul kalırdı.
ait:
ilgili.
akl-ı beşer:
insan aklı.
arzu:
aşırı istek, heves.
beşer:
insanlık.
bürhan:
delil, kanıt.
cemal:
güzellik.
cemal-i İlâhî:
Allah’ın güzelliği.
cilve:
akis, görünme.
cüz:
kısım, parça.
çare-i yegâne:
tek çare.
delil:
kanıt, yol gösterici.
ef’al:
fiiller, işler.
ekser:
pek çok.
esas:
asıl.
esbap:
sebepler.
ferdiyet:
teklik, birlik.
ferdiyet-i rabbaniye:
tek terbiye
edici olan Allah.
fert:
birey.
fihriste:
özet, liste, içindekiler.
hadsiz:
sınırsız.
hariç:
bir şeyin dışı.
haşiye:
dipnot.
hazine-i sermediye:
sonsuza ka-
dar bitmeyecek hazine.
hikmet:
fayda, gaye; her şeyin be-
lirli gayelere yönelik olarak, ma-
nalı, faydalı ve tam yerli yerinde
yaratılması.
hilkat:
yaratılış.
hilkat-i kâinat:
kâinatın yaratılışı.
husul:
meydana gelme.
hususan:
özellikle.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hükmüne:
değerine, yerine.
in’idam:
yok olma.
inkısam:
bölünme, kısımlara ay-
rılma.
istilâ:
kaplama.
işaret:
nişan, alâmet.
itibarıyla:
değeriyle, cihetiyle, ba-
kımından, sayılmak üzere.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar,
evren.
kemal:
fazilet, olgunluk.
kemalât:
faziletler, olgunluklar,
mükemmellikler.
kemalât-ı İlâhîye:
İlâhî faziletler.
kudsî:
kutsal, temiz, arınmış, yüce.
küll:
bütün.
küllî:
umumî, genel.
mahlûk:
Allah tarafından yaratıl-
mış.
mahlûkat:
var olan her şey, var-
lıklar.
o
Tuzuncu
l
em
’
a
| 908 | Lem’aLar
maksat:
gaye, istenen.
meçhul:
bilinmeyen.
medar:
dayanak noktası, ve-
sile, sebep.
menba:
kaynak.
menşe:
esas, kaynak.
metalip:
istekler, arzular.
mevcut:
var olan.
muavenettarâne:
yardımlaşa-
rak.
muhakkak:
kesinlik kazanmış.
musahhar:
boyun eğen, emir
altına giren.
nazar:
bakış.
netice:
sonuç.
nokta:
konu ile ilgili önemli
bölüm.
numune:
örnek.
rab:
ilâh, yaratıcı.
rububiyet:
Cenab-ı Allah’ın
her mahlûka muhtaç olduğu
şeyleri vermesi, terbiye, mali-
kiyeti ve besleyiciliği.
sair:
diğer, başka.
Sâni:
her şeyi sanatlı bir şe-
kilde yapan ve yaratan Allah.
Sâni-i Vahid:
her şeyi sanatlı
bir şekilde yaratan tek Allah.
şuursuz:
akılsız, düşüncesiz.
tahakkuk:
meydana çıkması,
oluşması.
tecezzi:
parçalara ayrılma, bö-
lünme.
tereşşuhat:
sızıntılar, belirti-
ler.
umum:
bütün.
vahdet-i İlâhîye:
Allah’ın tek
olması.
Vahid-i ehad:
tek ve bir olan
Allah.
vesile:
vasıta, sebep.
zahir:
görünen, açık.
zîakıl:
akıl sahibi.
zîhayat:
hayat sahibi.
zîşuur:
şuurlu, anlayış sahibi.