Ve bu üç ziya-i azam gibi, rahmet, inayet, hafîziyet mi-
sillü yüzer ihatalı hakikatler haşri, ahireti iktiza ve istilzam
ettikleri hâlde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum
mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hik-
met, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikat-
ler, haşrin ademiyle ve ahiretin gelmemesiyle merhamet-
sizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesi-
yete inkılâp etsinler?
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını ra-
hîmâne muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet, acaba
haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-i ha-
yatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını
zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, rahmet ve şefkatte ve ada-
let ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir
haşmet-i rububiyet ve kemalâtını göstermek ve kendini
tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika sa-
natlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı ulûhiyet,
böyle, hem umum kemalâtını, hem bütün mahlûkatını hi-
çe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi?
Hâşâ! Böyle bir cemal-i mutlak, böyle bir kubh-i mutla-
ka, bilbedahe, müsaade etmez.
evet, ahireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün
dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bü-
tün hakaikıyla, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yala-
nında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. onuncu
söz kat’î delillerle ispat etmiştir ki, ahiretin vücudu, dün-
yanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.
• • •
Lem’aLar | 879 |
o
Tuzuncu
l
em
’
a
istilzam:
gerektirme.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar,
evren.
kat’î:
kesin.
kemalât:
faziletler, kemaller, mü-
kemmellikler.
kubh-i mutlak:
mutlak çirkinlik.
lisan:
dil.
mahlûkat:
Allah tarafından yara-
tılanlar.
merhamet:
acımak, şefkat göster-
mek.
mevcudat:
var olan her şey, mah-
lûklar.
misillü:
gibi, benzeri.
muhafaza:
koruma.
müsaade:
izin.
nezafet:
temizlik, paklık.
nihayetsiz:
sonsuz.
nimet:
lütuf, ihsan.
rahîmâne:
şefkat ve merhametli
bir şekilde.
rahmet:
Allah’ın kullarını esirge-
mesi, onlara acıyıp bağışlaması,
onlara maddî ve manevî nimetler
vermesi.
saltanat-ı ulûhiyet:
kâinatta şerik,
ortak kabul etmeyen İlâhî salta-
nat.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme.
tabiri caizse:
böyle ifadesi uy-
gunsa, böyle demek sakıncalı de-
ğilse.
tekzip:
yalanlama.
umum:
bütün.
vücut:
var olma.
zayi:
ziyan.
zîşuur:
şuur sahibi.
ziya-i azam:
büyük aydınlatıcı.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
abesiyet:
lüzumsuz ve gayesiz
oluş.
adalet:
hakkaniyet, âdillik.
adem:
yokluk.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
cemal-i mutlak:
sonsuz ve
kusursuz güzellik.
delil:
bir meseleyi ispata ya-
rayan şey, bürhan.
evvelce:
daha önce.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hafîziyet:
Allah’ın her şeyi
muhafaza ve kaydedici sıfâtı.
hakaik:
hakikatler, gerçekler.
hakikat:
gerçek, asıl.
hakk-ı hayat:
yaşama hakkı.
hassasiyet:
hassaslık, dikkat-
lilik.
hâşâ:
asla, kat’iyen.
haşir:
kıyametten sonra bütün
insanların bir yere toplanma-
ları.
haşmet-i rububiyet:
rablığın,
idare ve terbiye ediciliğin haş-
meti, iştişamı, heybet ve bü-
yüklüğü.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek
bilgi.
hukuk-ı hayat:
yaşama hakkı.
hükümferma:
hüküm süren,
hükmeden.
ihata:
kuşatma.
iktisat:
tutum, tasarruf.
iktiza:
gerekme.
inayet:
yardım, ihsan.
inkâr:
kabul ve tasdik et-
meme, inanmama.
inkılâp:
değişim, dönüşüm.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
israf:
savurganlık.