İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahi-
yetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki, dünya
ve ahiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve
ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir
zat olabilir. öyle ise, insanın ma’budu ve melcei ve ha-
lâskârı o olabilir ki, arz ve semaya hükmeder, dünya ve
ukba dizginlerine maliktir.
İKİNCİ ReMİZ:
Bazı eblehler var ki, güneşi tanıma-
dıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye
başlar. Şedit bir hisle onun muhafazasına çalışır; tâ ki için-
deki güneşi kaybolmasın. ne vakit o ebleh, güneş, âyine-
nin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını
derk etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. o
vakit anlar ki, âyinede görülen güneş, âyineye tâbi değil,
bekası ona mütevakkıf değil. Belki güneştir ki, o âyineyi
o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet
veriyor. güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin ha-
yattar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.
ey insan! senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyi-
nedir. senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit bir mu-
habbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin
için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan
Bâkî-i zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâ-
hat yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.
Madem öyledir;
(1)
/
?bÉn
Ñr
dG n
âr
fn
G /
?bÉn
H Én
j
de. Yani, madem
Lem’aLar | 329 |
o
n
Y
edinci
l
em
’
a
malik:
sahip.
medet:
inayet, yardım.
melce:
sığınılacak yer, iltica edile-
cek yer.
menzil:
yer.
muhabbet:
sevgi.
muhabbet-i beka:
beka sevgisi,
sonsuz yaşamayı sevme, arzu
etme.
muhafaza:
koruma.
mütevakkıf:
tevakkuf eden, du-
ran.
nur:
parıltı, ışık.
remiz:
işaret.
sema:
gökyüzü.
şedit:
şiddetli.
tâbi:
boyun eğen, uyan, itaat
eden.
tarz:
biçim, suret.
tasarruf:
bir şeyin sahibi olup,
idare etme, mülkünü istediği gibi
kullanma.
ukba:
ahiret, öbür dünya.
zannetme:
sanma.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi olan
Allah.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
arz:
yer, dünya.
âyine:
ayna.
Bâkî-i Zülcelâl:
heybet ve ce-
lâl sahibi olan Allah.
beka:
bâkîlik, ebedîlik.
belâhat:
ahmaklık, düşünce-
sizlik, ne yaptığını iyi bileme-
mek.
cilve:
görüntü, tecelli.
derk:
anlama.
dizgin:
idare ve yönetim, atın
ağzına takılan kayıştan gem,
yular.
ebed:
sonu olmayan gelecek
zaman, sonsuzluk, daîmilik.
ebleh:
ahmak, budala.
ezel:
başlangıcı olmayan geç-
miş zaman, öncesizlik.
fenâ:
yok olma.
fıtrat:
yaratılış, tabiat.
halâskâr:
kurtarıcı.
hayattar:
canlı, yaşayan.
hükmetmek:
emri altında tut-
mak, nüfuzunda bulundur-
mak.
hükmünde:
değerinde, ye-
rinde.
hüviyet:
asıl, mahiyet.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
ma’bud:
kendisine ibadet edi-
len, ibadete lâyık olan.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
hakikati, iç yüzü.
1.
Ey Bâkî olan Allah! Bâkî ancak Sensin.