hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşa-
hede, rahmettir. Ve bu fânî insanı ebede namzet eden ve
ezelî ve ebedî bir zata muhatap ve dost yapan, bilbeda-
he, rahmettir.
ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar
ve sevimli ve medetkâr bir hakikat-i mahbubedir;
p
º« /
Ms
ôdG p
ø'
ªr
Ms
ôdG $G p
º````````° r
ùp
H
de, o hakikate yapış ve vahşet-i
mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul. Ve
o sultan-ı ezel ve ebed’in tahtına yanaş ve o rahmetin
şefkatiyle ve şefaatiyle ve şuaatıyla o sultana muhatap ve
halil ve dost ol.
evet, kâinatın envaını hikmet dairesinde insanın etra-
fında toplayıp bütün hacatına kemal-i intizam ve inayet
ile koşturmak, bilbedahe, iki hâletten birisidir:
• Ya kâinatın her bir nev’i kendi kendine insanı tanı-
yor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor –bu ise, yüz
derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhalâtı intaç edi-
yor– ya insan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir sul-
tan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor.
• Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir kadîr-i
Mutlak’ın ilmi ile bu muavenet oluyor. demek kâinatın
envaı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan,
merhamet eden bir zatın tanımasının ve bilmesinin delil-
leridir.
ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki,
bütün enva-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet
Lem’aLar | 257 |
o
n
d
ördÜncÜ
l
em
’
a
medetkâr:
medet eden, yardım-
cı.
merhamet:
acımak, şefkat göster-
mek, esirgemek.
muavenet:
yardım.
muhalât:
muhaller, olması müm-
kün olmayanlar.
muhatap:
hitap olunan.
müteveccihen:
yönelerek.
namzet:
aday.
nev’:
çeşit, tür.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
perde:
örtü.
rahmet:
Allah’ın kullarını esirge-
mesi, onlara acıyıp bağışlaması,
onlara maddî ve manevî nimetler
vermesi.
sultan:
hükümdar.
Sultan-ı ezel ve ebed:
zaman ve
mekânla kayıtlı olmadığı hâlde
bütün zamanlar ve mekânlar ta-
sarrufu altında olan Cenab-ı Hak.
sultan-ı mutlak:
hâkimiyeti sınır-
sız sultan, Allah.
şefkat:
içten ve karşılıksız merha-
met, karşılık beklemeden yardım
etme.
şuaat:
şualar, ışınlar, nurlar.
vahşet-i mutlaka:
sınırsız tam bir
yalnızlık, vahşet.
zat:
azamet ve ululuk sahibi.
âciz-i mutlak:
tam âciz, her
bakımdan güçsüz, zayıf.
âlem:
dünya, cihan.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
bilmüşahede:
görerek, bizzat
şahit olarak.
cazibedar:
çekici, cazibeli.
delil:
nişan, emare, bürhan.
ebed:
sonsuzluk, daîmilik.
ebedî:
sonsuz, sürekli, hiç son
bulmayacak şekilde süren.
elem:
dert, üzüntü, maddî ma-
nevî ıztırap.
enva:
çeşitler, türler, neviler.
enva-i mahlûkat:
yaratıkların
çeşitleri, cinsleri.
ezelî:
öncesiz, başlangıçsız.
fânî:
ölümlü, geçici.
hacat:
hacetler, ihtiyaçlar.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
hakikat-i mahbube:
sevimli
hakikat, sevilen gerçek.
hâlet:
hâl, keyfiyet.
hâlî:
tenha, boş.
halil:
dost, yâr.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bil-
gi.
ihtiyacat:
ihtiyaçlar, lüzumlu
olan şeyler.
inayet:
yardım.
intaç:
netice verme, sonuçlan-
ma.
itaat:
boyun eğme, uyma.
Kadîr-i mutlak:
hiç bir kayıt
ve şarta tâbi olmaksızın her
şeye gücü yeten sonsuz kud-
ret sahibi, Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar, evren.
kemal-i intizam:
tam ve ek-
siksiz düzen.
kudret:
kuvvet, iktidar.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.