sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok
harika vakıalar vardı. kendimi hiçbir vecihle keramete lâ-
yık görmediğim için, onları bazen tesadüfe, bazen da baş-
ka esbaba isnat ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki, o
harikalar, gavs-ı Azamın bir silsile-i kerametini teşkil
ederler. demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerame-
ten ve bize ikram nev’inden, bir nevi inayet-i İlâhiyeye
mazhar olmuşuz.
Ezcümle
: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim va-
kit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan dâ-
rülhikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i kur’âniyeye çalıştığım
için, o alâkadarlık cihetinde, “Meşihat dairesi ne hâlde-
dir?” diye sordum. eyvah! öyle bir cevap aldım ki, ru-
hum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. sorduğum
adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş
olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhı-
dır.” İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum
ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. kuvvetim yok, ke-
rametim yok; kemal-i me’yusiyetle ah vah diyerek der-
gâh-ı İlâhiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri
yanan çok zatların hararetli ahları, benim ahıma iltihak
ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i geylânî’nin
duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, is-
temedim mi? Bilmiyorum. Fakat her hâlde o eskiden be-
ri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bi-
zim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve him-
metidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes “Vâ-
esefa” dedi; ben ve benim gibi yananlar, “elhamdülillâh”
Lem’aLar | 103 |
S
ekizinci
l
em
’
a
lâyık:
yakışır, uygun.
mazhar olmak:
erişmek, ulaşmak,
şereflenmek.
mazhar:
bir şeyin çıktığı, görün-
düğü yer.
mel’abegâh:
oyun yeri.
menfi:
sürgün edilmiş.
meşihat:
şeyhülislâmlık makamı,
Osmanlı devletinde Diyanetin dini
ilimlerle ilgili bölümü.
meşihat-ı İslâmiye:
Osmanlı dev-
letinde Diyanetin dini ilimlerle il-
gili bölümü, şeyhülislâmlık maka-
mı.
müteveccih olmak:
yönelmek,
dönmek.
nev:
çeşit, tür.
nur:
aydınlık, ışık; ilim.
sergüzeşt-i hayat:
hayat mace-
rası.
silsile-i keramet:
keramet zinciri.
teşkil etmek:
meydana getirmek.
vâesefa:
eyvah, çok yazık!
vakıa:
olay.
vakit:
zaman.
vecih:
yön.
zat:
kişi, şahıs.
zulmet:
karanlık.
ah:
beddua; öfke, acı duyul-
duğunda söylenen bir kelime-
dir.
alâkadar:
ilgili, alâkalı.
cihet:
yön.
Dârülhikmeti’l-İslâmiye:
1918-1922 yılları arasında bü-
yük hizmetler yapmış olan İs-
lâm Akademisi veya Yüksek
İslâm Şûrası manasındaki dini
müessese
dergâh-ı İlâhiye:
Cenab-ı Hak-
kın huzuru.
elhamdülillâh:
Allah’a hamd
olsun.
envar-ı şeriat:
şeriatın nurla-
rı.
esbap:
sebepler.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
Gavs-ı azam:
Abdülkadir-i
Geylânî Hazretlerinin namı.
giriftar olmak:
tutulmak, ya-
kalanmak.
hâlet-i ruhiye:
ruh hâli.
hararetli:
ateşli.
himmet:
ermiş bir kimsenin
manevî yardımı ile birisini ko-
ruması, yardım etmesi; mane-
vî yardım.
hizmet-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın
hizmeti.
ikram:
lütuf, ihsan, bağış.
iltihak etmek:
katılmak.
inayet-i İlâhiye:
Allah’ın yar-
dımı.
isnat etmek:
dayandırmak.
kanaat getirmek:
aklı yatmak
inanmak.
kemal-i me’yusiyet:
tam bir
ümitsizlik.
keramet:
Allah’ın velî kulların-
da görülen olağanüstü hâller.
kerameten:
Allah’ın velî kul-
larında görülen olağanüstü bir
hâl olarak.