gibi, bîçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını
kuvvetleştirmek için bir nükte-i i’caziyeyi beyan ettiği
için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz,
elbette değil öyle zatlar, belki zerre miktarı insafı bulu-
nan, itiraz edemez.
Benim şahsım için mucib-i hayrettir ki; o itiraz eden
zat, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh
Fehim’in
(
ks
)
bir tilmizi ve en ziyade merbut olduğum
İmam-ı rabbanî’nin
(
rA
)
bir talebesi olduğu hâlde; her-
kesten ziyade, kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taş-
kınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koş-
mak lâzım iken, maatteessüf, ondan tereşşuh eden bir
itiraz, bazı zayıf arkadaşlarımıza fütur ve ehl-i dalâlete bir
senet hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik.
o ihtiyar zattan, çabuk bu sû-i tefehhümü izale etmek
için tamire çalışmasını, hem duasıyla, hem tesirli nasiha-
tiyle yardımını bekleriz. Bunu da ilâveten beyan ediyo-
rum:
Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fe-
dakârları bulunan meşrepler, meslekler bu dehşetli dalâlet
hücumuna karşı zahiren mağlûbiyete düştükleri hâlde,
benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen taras-
sut altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit
cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden
tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, elbette dalâ-
lete karşı galibâne mukavemet eden ve milyonlar efradı
bulunan mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan
aleyh:
ona karşı, onun üzerine.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cihet:
yön.
dalâlet:
Hak ve hakikatten sap-
ma, doğru yoldan ayrılma, azma.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
efrat:
fertler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimse-
ler.
fedakâr:
kendini veya şahsî men-
faatlerini hiçe sayan, feda eden.
fütur:
zayıflık, gevşeklik, usanç.
galibâne:
galip gelmiş gibi, galip
sıfatıyla.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, esas.
hizmet-i imaniye:
iman ve
Kur’an hakikatlerinin ikna edici
ve ilmî delillerle anlaşılmasına
hizmet etme.
hücûm:
saldırma.
hükmüne:
yerine, değerine.
ilaveten:
ilave olarak, ekleyerek.
iman:
inanç, itikat.
imdat:
yardım.
itiraz:
kabul etmediğini belirtip
karşı çıkma.
izale:
giderme, ortadan kaldırma.
maatteessüf:
ne yazık ki, üzüle-
rek belirteyim ki.
mağlûbiyet:
yenilgi, yenilme.
mazlum:
zulüm görmüş, haksızlı-
ğa uğramış.
merbut:
bağlı, rabtedilmiş.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sistem.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
mucib-i hayret:
hayret ge-
rektiren, hayreti icap eden.
mukavemet:
karşı koyma,
dayanma, direnme.
mühim:
önemli, ehemmiyet-
li.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
mütemadiyen:
sürekli ola-
rak, devamlı.
müthiş:
dehşet veren, ürkü-
ten, dehşetli, korkunç.
nükte-i i’caziye:
şaşırtan,
mucizevî manası olan söz.
propaganda:
bir inanç, dü-
şünce, doktrin v.b. ni başkala-
rına tanıtmak, benimsetmek
amacını güden ve çeşitli vası-
talarla yapılan faaliyet.
senet:
dayanılacak ve güve-
nilecek şey, kuvvetli delil ola-
bilecek söz.
silsile-i ilim:
ilim silsilesi.
su-i tefehhüm:
yanlış anla-
ma.
talebe:
öğrenci.
tarassut:
gözetme, göz altın-
da tutma.
teessüf:
üzülme, acı duyma.
tenfir:
nefret ettirme, iğren-
dirme, tiksindirme.
tereşşuh:
sızıntı, damla.
tilmiz:
öğrenci, talebe.
ümmî:
okuma yazması olma-
yan, okumamış.
üstad:
bir ilim ve sanatta üs-
tün olan kimse, öğretmen.
vaziyet:
durum.
zahiren:
görünüşte.
zaif:
zayıf.
zat:
kişi, şahıs.
zerre:
pek ufak parça.
ziyade:
çok, fazla.
| 226 | K
astamonu
L
âhiKası