İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-i hâile.
gözümüz de açıldı; şeş cihette biz baktık: evvel, isti-
tafkârâne önümüze bakarız.
lâkin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi te-
hacüm eder. ondan korktuk, çekindik. sağa sola,
anasır-ı tabâyie bakarız, ondan medet bekleriz.
lâkin biz görüyoruz ki, onların kalpleri kasiye, merha-
metsiz. dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. ne naz
dinler, ne niyaz.
Muztar adamlar gibi, me’yusâne, nazarı yukarıya kaldır-
dık. Hem istimdatkârâne, ecram-ı ulviyeye bakarız;
pek dehşetli tehditkâr da görürüz.
güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar,
hem etraf-ı fezada pek sür’atli geçerler. Her nasılsa ki
onlar birbirine dokunmaz.
ger birisi yolunu kazâra bir şaşırtsa, eliyazübillâh, şu
âlem-i şahadet ödü de patlayacak. tesadüfe bağlıdır;
bundan dahi hayır gelmez.
Me’yusâne nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düş-
tük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. nefsimize
bakarız, mütalâa ederiz.
İşte işitiyoruz: zavallı nefsimizden binlerle hacetlerin say-
haları geliyor, binlerle fâkatlerin eninleri çıkıyor. te-
selliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.
âlem-i şahadet:
gözle gördüğü-
müz, şahit olduğumuz âlem, kâi-
nat.
âlem-i vücut:
varlık âlemi, vücut
âlemi.
anasır-ı tabâyi:
tabiattaki unsur-
lar, tabiattaki (dağ, taş, deniz vs.)
esas maddeler.
avvel:
önce.
beliyye:
felaket, musibet.
cihet:
yön.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ecram-ı ulviye:
yüksekteki küt-
leler, yıldızlar ve gezegenler.
elem:
dert, üzüntü, maddî-mane-
vî ıztırap.
elîm:
şiddetli, çok dert ve keder
veren.
eliyazübillâh:
Allah esirgesin, Al-
lah korusun.
enin:
inilti, inleme, inleyiş.
etraf-ı feza:
feza boşluğu, uzayın
her tarafı.
fâkat:
yoksulluk, fakirlik, muh-
taçlık.
ger:
eğer.
güya:
sanki.
hacet:
ihtiyaç.
hiddet:
öfke, kızgınlık.
istimdatkârane:
yardım is-
tercesine, yardım umarak.
istitafkârane:
şefkat ve mer-
hamet isteyene yakışır şekil-
de.
kasiye:
duygusuz, hissiz, taş
gibi katı.
kazara:
kaza olarak, isteme-
yerek, yanlışlıkla.
medet:
inayet, yardım, imdat.
me’yusâne:
ümitsizce, ümit-
sizlikle, ümitsiz bir şekilde.
muztar:
çaresiz kalmış, yap-
mak zorunda kalmış.
mütalâa:
bir şeyi etraflıca dü-
şünme, dikkatli okuma.
nazar:
bakış.
nazar:
bakış.
nefis:
kötü vasıfları kendisin-
de toplayan hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
niyaz:
Allah’a yalvarma ve
yakarma.
sahra-i hail:
ürperti veren çöl,
ürperten çöl.
sayha:
çağrı, çığlık, feryat.
sine:
yürek, kalp, gönül.
şeş:
altı (6).
tehacüm:
hücum etme, sal-
dırma.
tehdidkâr:
korkutan, göz da-
ğı veren.
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin
kendiliğinden meydana gel-
mesi.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
tevahhuş:
korkulu bir şekilde
emin olmayarak bakma.
| 232 | K
astamonu
L
âhiKası