ondan da hayır gelmedi. pek ilticakârâne vicdanımıza
girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. eyvah, yine
bulmayız. Biz meded vermeliyiz.
zira onda görünür; binlerle emelleri, galeyanlı arzular,
heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titre-
riz, hiç yardım edemeyiz.
o âmâl, sıkışmışlar vücud-i adem içinde; bir tarafı ezele,
bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. öyle vüs’atleri var;
ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ
bulduk. zira mağdûb ve dâllîn yolları böyle olur. tesa-
düf ve dalâlet o yolda nazarendaz.
o nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi ha-
limiz ki mebde ve meâdı, hem sâni ve hem haşri mu-
vakkat unutmuşuz.
Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktır. ruhu-
muzu eziyor; zira, o şeş cihetten –ki onlara başvur-
duk– öyle hâlet almışız.
ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile
ra’şetten, hem kalâk ve vahşetten; hem yütüm ve hem
yeisten mürekkep vicdansûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalı-
şırız.
Evvel
, kudretimize müracaat ederiz. Vâesefâ gö-
rürüz
K
astamonu
L
âhiKası
| 233 |
mead:
ahiret, dönülecek yer.
mebde:
kaynak, başlangıç.
medet:
inayet, yardım, imdat.
muhrik:
yakan, yakıcı.
mukabil:
karşılık.
muvakkat:
geçici.
müracaat:
başvurma, danışma.
mürekkep:
den oluşmuş, -den
olma.
nazar:
bakış, bakış açısı.
nazarendâz:
bakan, göz atan.
ra’şet:
titreme, ürperti.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî var-
lık.
sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
şeş:
altı. (6).
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin ken-
diliğinden meydana gelmesi.
vâesefa:
esefler olsun, ne üzün-
tü!.
vahşet:
ıssızlık, tenhalık, yalnızlık.
vicdan:
insanın içindeki, iyiyi kö-
tüden ayırabilen, iyilik etmekten
lezzet duyan ve kötülükten elem
alan manevî his.
vicdansûz:
vicdanı yakan, vicda-
na acı veren, vicdanen çok ıztırap
verici.
vücud-i adem:
yokluğun var ol-
ması.
vüs’at:
genişlik.
yeis:
ümitsizlik.
yütm:
yetimlik, kimsesizlik.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
âmâl:
emeller, arzular, istek-
ler.
belâ:
musibet, sıkıntı.
cihet:
yön.
dalâlet:
hak ve hakikatten
sapma, doğru yoldan ayrılma,
azma.
dâllîn:
doğru yolu şaşırmış,
günaha girmiş olanlar.
def:
kovma, uzaklaştırma.
dehşet:
büyük tehlike karşı-
sında korkma ve şaşırıp kal-
ma.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
elîm:
şiddetli, çok dert ve ke-
der veren.
emel:
şiddet arzu, ümit.
evvel:
önce.
eyvah:
yazık, heyhat.
ezel:
başlangıcı olmayan geç-
miş zaman, öncesizlik.
galeyan:
coşma, çalkalanma,
kaynama.
ger:
eğer.
hâlet:
hal, durum.
haşir:
kıyametten sonra bü-
tün insanların bir yere toplan-
maları, Allah’ın ölüleri diriltip
mahşere çıkarması.
havf:
korku, korkma.
hissiyat:
hisler, duygular.
ilticakârâne:
sığınarak.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kalâk:
iç sıkıntısı, gönül darlı-
ğı, can sıkıntısı, sıkıntıda ol-
ma.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
mağdûb:
Allah’ın gazabına
uğrayanlar, lâyık olanlar.