birden kapıya iki adam geldi. Biri, yarı çıplak güzel ve al-
datıcı bir kadın; elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir
helva getirip yedirmek istiyor. diğer biri de, aldatmaz ve
aldanmaz ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi.
dedi ki:
“size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o
helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu
tılsım ile, o emsalsiz ikramiye biletinizi alırsınız. İşte bakı-
nız; bu darağacında zaten gözünüzle görüyorsunuz ki,
bal yiyenler oraya giriyor ve oraya girinceye kadar da o
helvanın zehrinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o
büyük ikramiye biletini alanlar, çendan görünmüyorlar
ve zahiren onlar da o darağacına çıkıyorlar; fakat, onlar
asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine
girmek için basamak yaptıklarını milyonlar, milyarlar şa-
hitler var; haber veriyorlar. İşte pencerelerden bakınız;
en büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar, yük-
sek sesle ilân ediyorlar, haber veriyorlar ki, o darağacına
gidenleri aynelyakin gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikra-
miye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphe getir-
mez; görür gibi, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.
İşte bu temsil gibi,
zehirli bir bal hükmünde olan
gayrimeşru
dairedeki gençliğin sefahatkârâne zevkleri,
hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve
vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde
olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibeti-
ne aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli
alâkadar:
ilgili, ilişki.
aynelyakîn:
gözle görür derece-
de inanma; bir şeyi görerek ve
seyrederek bilme.
ciddî:
gerçek olarak, hakika-
ten.
çendan:
gerçi, her ne kadar.
darağacı:
idama mahkûm
olanların asıldıkları sehpa,
dâr.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ebedî:
sonu olmayan, daimî,
sürekli.
ecel:
her canlının Allah tara-
fından takdir edilen ölüm
vakti.
emsalsiz:
benzersiz.
gayet:
son derece.
gayrimeşru:
meşru olmayan,
dine aykırı, kanunsuz.
hazine-i ebediye:
ebedî ve
sonu olmayan hazine.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
iman:
inanç, itikat.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
musibet:
felaket, bela.
saadet-i sermediye:
ebedî
saadet, sonsuz mutluluk.
sefahetkârane:
sefahatkâr
olana yakışır şekilde, zevk ve
eğlenceye aşırı düşkün ola-
rak, lüzumsuz yere masraf
ederek.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
temsil:
benzetme, misal ge-
tirme.
tılsım:
herkesin bilip çözeme-
diği gizli sır.
vesika:
dayanılacak, güveni-
lecek sağlam delil, belge.
zahiren:
görünüşte.
zat:
kişi, şahıs.
zulümat:
karanlıklar, dinsiz-
lik, zulüm ve külür.
| 220 | K
astamonu
L
âhiKası