nureddin’e dedim. o da benim gibi o kuşun o garip va-
ziyetinden hayret ediyordu. Birden, biz onun sırrını ifşa
ettiğimizden kayboldu.
İkinci gün, hem tesellîkâr nazif’in mektubunu ve ma-
kinesinin yeni mahsulünü, hem Abdurrahman salâhad-
din’in medar-ı merak mektubunu ve bana şapka için An-
kara’da sıkıntı veren Vali nevzat’ın intiharıyla, kendi to-
kadını ve cezası kendi eliyle verilmesini ve
Zülfikar
hiz-
metine hiçbir taarruz olmadığını ve devam ettiğini, hem
Medresetüzzehra’nın kahramanları hiç telâş etmeyerek
Zülfikar
’a devamlarını ve hakikat-i hâli beyan etmelerini
ve çok alâkadar olduğum Atabey kahramanlarının ve
lütfi vârislerinin ve büyük merhum Hafız Ali’nin vekil ve
vâris ve hizmet-i nuriyede muktedir arkadaşlarının, ta-
hirî ve Abdullah Çavuş’un tebrik mektuplarını ve Ali-
köy’ünün imamı Ali’nin bu yeni taarruzda pek merdane
ve nur Şakirtlerine lâyık bir tarzda ve hükûmette sualle-
rine karşı manidar ve hakikatli cevaplarını aldım ve de-
dim: İşte, hüdhüdün müjde sözü doğru çıktı.
nasıl ki
Asa-yıMûsa
risalesi tabiatta boğulanları dalâ-
letten kurtarıyor ve bu zamanda herkese, hususan şüp-
heye ve inkâra düşenlere lâzımdır ve tiryaktır. öyle de,
Zülfikar
, ehl-i imana ve ehl-i ilme ve bilhassa hafızlara el-
zemdir. Her bir hafız-ı kur’ân, bu mecmuaya bu zaman-
da şiddetle ihtiyacı var. kur’ân’ın kırk vecihle i’cazını be-
yan eden bu eser, her hafızın elinde bulunmalı.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
bilhassa:
özellikle.
dalâlet:
iman ve İslamiyet’ten ay-
rılmak, azmak.
ehl-i ilim:
ilim sahipleri, ilim adam-
ları.
ehl-i iman:
inananlar, iman sahip-
leri.
elzem:
daha (en, pek) lâzım, lü-
zumlu, gerekli.
garip:
tuhaf, şaşılacak, bambaşka.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen
ezberleyen ve okuyan kimse.
hafız-ı kur’ân:
Kur’ân hafızı,
Kur’ân’ın tamamını ezberleyen
kimse.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikat-ı hâl:
durumun gerçek
yönü, işin aslı.
hizmet-i nuriye:
Nur hizmeti, Ri-
sâle-i Nur için çalışma.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüdhüd:
bir kuş ismi, çavuş kuşu
veya ibibik denilir, (Hz. Süley-
man’ın zamanında, Hicaz ile Ye-
| 306 | Emirdağ Lâhikası – ı
men arasındaki Saba nam
yerde melike olan ve güneşe
tapan Belkıs ile Süleyman
Aleyhisselâm arasında muha-
bereye vesile olduğundan
meşhur ve mübarektir).
i’caz:
mucizelik, insanların
benzerini yapmaktan âciz kal-
dıkları şeyi yapmak.
ifşa:
duyurma, gizli bir şeyi
yayma.
inkâr:
Allah’ın varlığına, birli-
ğine inanmama, kabul ve tas-
dik etmeme.
intihar:
bir kimsenin çeşitli se-
beplerin etkisi ile kendini öl-
dürmesi.
mahsul:
ürün.
manidar:
nükteli, ince manalı.
mecmua:
dergi.
medar-ı merak:
meraka se-
bep olan.
merdane:
mertçesine.
merhum:
rahmete kavuşmuş,
ölmüş, ölü.
muktedir:
iktidarlı, gücü ye-
ten.
Nur:
Risale-i Nur.
risale:
belli bir konuda yazıl-
mış küçük kitap, broşür.
sual:
soru.
şakirt:
talebe, öğrenci.
taarruz:
çatma, sataşma,
ilişme.
tabiat:
Allah’ın kâinata koy-
duğu, kâinatın düzenini de-
vam ettiren kanun.
tarz:
biçim, şekil.
tesellikâr:
teselli bulan.
tiryak:
en iyi çare, baş ilâç.
vâris:
mirasçı.
vaziyet:
durum.
vecih:
cihet, yön.
vekil:
başkasının yerine ve
adına hareket eden, konuşan.