derman ve kuvvetinizle risale-i nur başına ve onun ne-
ticesi emniyet, selâmet ve saadet olan nuranî dairesine
koşunuz.”
Bizlere de: “ey nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği
ezelî lütfuna karşı secdeden başlarınızı kaldırmayınız.
gecenin soğuğuna aldırmayınız. sizlere lütfunu hiçbir
hususta esirgemeyen rabb-i rahime, gecenin bu müba-
rek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve ba-
zıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle aklı, maaşı
sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız;
nurun kudsî kerameti ve imdadını müşahede ediniz.
dünya fânîdir; binler sene yaşamak olsa, bâkî olan ha-
yat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir.
Fakat fânî olmakla beraber, bâkî hayatın bâkî meyveleri-
ni verecek bir mezraasıdır. Fırtınaların şiddeti, havanın
dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek
mezraaya en mübarek ve nur’anî ve verimli ve bereketli
olan nur tohumlarını ekiniz. zira “eken biçer,” ataları-
mızdan kalma mübarek bir sözdür.
ey nurcular! sizin hakikî vazifeniz dünyaya bakmak
değildir. Farz-ı muhal olarak dünyaya da bakılsa, bakınız
ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebe-
biyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlike-
ler dolayısıyla kat’iyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz.
Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyen inanınız ki, nurun
şefaati, nurun duası, nurun himmeti sizleri kurtaracak-
tır. İşte bu davanın şahidi emirdağlı nurcuların dehşetli
bâkî:
daimi, sonsuz.
dava:
takip edilen fikir, iddia, ülkü.
dehşet:
büyük korku hâli, korkma,
ürkme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
derman:
ilaç, çare.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
eda:
yerine getirme.
emniyet:
güven, güvenilir.
ezelî:
ezel ile ilgili, öncesiz, baş-
langıçsız.
fânî:
ölümlü, geçici.
farz-ı muhal:
imkânsızı farz etme,
olmayacak bir şeyi olacakmış gibi
düşünme.
fütur:
zayıflık, gevşeklik, usanç.
hâdise:
olay.
hakikî:
gerçek.
hayat-ı uhreviye:
uhrevî hayat,
ahirete ait olan hayat.
hiç ender hiç:
hiç bir şey, bir hiç
kadar.
himmet:
yardım, ihsan, lütuf.
husus:
mevzu, konu.
ihsan:
bağışlama, ikram etme, lü-
tuf.
| 234 | Emirdağ Lâhikası – ı
ihtimal:
olabilirlik.
imdat:
yardım.
istikbal:
gelecek.
kat’iyen:
hiç bir zaman, asla.
keramet:
Allah’ın velî kulla-
rında görülen olağanüstü hâl-
ler veya tabiatüstü hâdiseler.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lütuf:
ikram ve yardımda bu-
lunma.
mesabe:
derece, menzile,
rütbe.
mezraa:
tarla, ekilecek yer.
muhtemel:
ihtimal dahilinde,
olabilir.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
müşahede:
İlahî güzellikleri ve
sırları görme, seyretme.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak,
münevver.
Nurcu:
Bediüzzaman Said Nur-
sî’nin eserlerine ve fikirlerine
taraftar olan, Risale-i Nur’ları
okuyup neşreden kimse.
rabb-i rahîm:
şefkat ve mer-
hamet sahibi olan Cenab-ı
Hak.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
saadet:
mutluluk.
secde:
namazda, alınla bera-
ber burnu yere koyma şeklin-
deki ibadet vaziyeti.
selâmet:
kurtuluş, halâs.
şefaat:
Hz. Peygamberin ve di-
ğer salih kulların, bazı günah-
kâr mü’minleri bağışlamasını
Allah’tan dilemeleri.
vazife:
görev.
vazife-i şükür:
şükür vazifesi,
görevi.
zuhur:
ortaya çıkma.