Asâ-yı Mûsa - page 235

“ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki,
bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti
görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliye-
mizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizam-
sız zannedersin.
“Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki,
bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı
ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-i âlemi kabza-i ta-
sarrufunda tutan bir Vahid-i ehad’dir. Bizler, donanma
elektrik lâmbaları gibi, onun kemal-i rububiyetini göste-
ren nuranî şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilân eden
ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz, onun daire-i saltana-
tında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde
haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nuranî hiz-
metkârlarız.
“evet, her birimiz kudret-i Vahid-i ehad’in birer
mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi
ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melâikelerin
birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avalim-i
ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı rubu-
biyetin birer şahidi ve feza-i âlemin birer ziyneti, birer
kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nuranî balığı
ve gökyüzünün birer güzel gözü
(HaşİYe)
olduğumuz gibi,
AsA-yı MûsA
i
kinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 235 |
32. sÖZ / BirinCi mevkIf
mu’cize:
benzerini yapmakta in-
sanların âciz kaldığı şey.
muntazam:
düzenli, düzgün.
münevver:
nurlanmış, parlak.
nihayetsiz:
sonsuz.
nizamat-ı âliye:
yüksek ve mü-
kemmel nizam.
nuranî:
nurlu, ışıklı.
saltanat-ı rububiyet:
kâinatı ter-
biye ve idare edici olan Allah’ın
saltanatı.
sema:
gökyüzü, sema.
semavat:
semalar, gökler.
sersem:
aptal, dengesiz.
sikke-i vahdet:
birlik mührü, eti-
keti.
süflî:
aşağı, bayağı.
şecere:
ağaç.
şecere-i hilkat:
yaratılış ağacı.
taife:
takım, güruh.
tayyare:
uçak.
temaşa etmek:
bakmak, seyret-
mek.
turra-i ehadiyet:
ehadiyet turrası,
tek ve bir oluş mührü; Allah’ın her
bir eserindeki birlik yansıması, her
bir şeye bir çok isimlerinin görü-
nüp belirmesi, her varlıkla bire bir
ilgilenmesi gerçeği.
uhrevî:
ahirete ait.
ulvî:
yüksek, yüce.
vahdaniyet:
Allah’ın birliği.
Vahid-i Ehad:
bir olan ve birliği
her bir şeyde tecelli eden Allah.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi Allah.
zemin:
yeryüzü.
ziya:
ışık.
ziynet:
süs.
acaib-i masnuat:
sanatlı var-
lıkların hayret verici olanları.
acaib-i sanat-ı İlâhiye:
Cenab-
ı Hakkın sanatının hayret veri-
ci ve hayranlık uyandırıcı yön-
leri.
ahmak:
budala.
avalim-i ulviye:
yüce âlemler.
berzahî:
kabir hayatıyla ilgili.
bürhan:
delil, hüccet, ispat
aracı.
daire-i saltanat:
sultanlık da-
iresi.
dünyevî:
dünyaya ait.
feza-i âlem:
gökyüzü, uzay.
Haşiye:
dipnot.
haşmet-i saltanat:
sultanlığın
haşmeti, ihtişamı.
hizmetkâr:
hizmetçi.
intizam:
düzgün olma.
kabza-i tasarruf:
tasarrufu al-
tında olma, yönetimin güçlü
eli.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar.
kasır:
köşk.
kavanin-i ubudiyet:
kulluk
esasları.
kemal-i rububiyet:
Cenab-ı
Allah’ın mahlûkunu terbiye
edip besleme ve gözeticiliği-
nin mükemmelliği.
kudret-i Vahid-i Ehad:
tek
olan eşi ve benzeri olmayan
Allah’ın kudreti.
mahşer-i acayip ve garaip:
hayret verici ve şaşırtıcı top-
lanma yeri.
melâike:
melekler.
menzil:
yer, konaklama yeri.
mescit:
namaz kılınacak yer.
mesiregâh:
seyir yeri.
HaşİYe:
Cenab-ı Hakkın acaib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve et-
tiren işaretleriz. Yani, semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acaib-i sa-
nat-ı İlâhiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. semanın melâikeleri gibi,
yıldızlar dahi mahşer-i acayip ve garaip olan arza bakıyorlar ve zîşuur-
ları dikkatle baktırıyorlar demektir.
1...,225,226,227,228,229,230,231,232,233,234 236,237,238,239,240,241,242,243,244,245,...570
Powered by FlippingBook