Cumhuriyet’in manası; “Herhangi bir ülke’nin kendi halkı tarafından idare edilmesi”dir. Diğer bir ifadeyle; halkın devlet idaresine gerçek mânâda hâkim olması demektir.
Bizde Cumhuriyet’in çekirdeğini İlk olarak 23 Nisan 1920’de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) teşkil etmiştir. Dualarla, kurbanlar kesilerek, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis kitaplarının hatmiyle açılan ilk TBMM’nin mebusları (milletvekilleri), halkın güvenini kazanmış ve hür iradesiyle seçilmiş zatlardan meydana gelmiştir. Ayrıca, mebusların çoğunun âlim ve fazıl (erdemli) kimseler olması, ilk TBMM’nin üstün bir hususiyeti idi! Bu Meclisin hazırladığı 1921 Anayasası da gerçek manada bir Cumhuriyet Anayasası niteliğini hâiz idi. Nihayet 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilân edilmiştir.
Her yıl bayram olarak yapılan kutlama merasimlerinde, Saltanatın kaldırılıp, Cumhuriyet İdaresine geçilmesiyle Millî Hâkimiyetin (Halk Hâkimiyeti’nin) sağlandığı, hamâsî (destanımsı) nutuklarla dile getirilir! Peki, gerçekten Cumhuriyet İdaresi’ne geçildi mi? Devlet idaresinde Halk gerçek manada, söz sahibi olabildi mi? Meclis duvarında kayıtlı bulunan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” sözü mana olarak tahakkuk etti mi? Halkını, inancıyla, bütün değerleriyle kucaklayan, halkıyla bütünleşen bir Devlet olabildik mi? Bu ve buna mümasil (eşdeğer) sorulara verilecek cevap, maalesef “hayır” dır!
Cumhuriyet’in ilânından (1923), 1950’ye kadar Türkiye, 27 sene ‘Tek Parti ve Tek Adam’ ile idare edilmiştir! 1950’de Çok Partili Sistem’e geçilmişse de, çok sürmemiş, 27 Mayıs 1960’ta yapılan hunhar bir darbe ile Cumhuriyet’in önü kesilmiştir! İş bununla da kalmamış, 12 Mart 1971; 12 Eylül 1980; 28 Şubat 1997’de periyodik olarak yapılan hain darbelerle “Cunta” ve “Dikta” rejim devam ettirilmiştir! Halk hâkimiyeti şöyle dursun, halkın değerlerine ters düşen, halkıyla kavgalı, görünüşte ırkçılığı ön plana çıkarıp istismar eden bir idare sistemi devam ettirilmiştir! Bu sistem aynı zamanda, totaliter rejimlerde (Komünizm, Faşizm, vs.) olduğu gibi, metazori, dağa taşa korku salarak halkı sindirme, şahısları ve görüşlerini zorla sevdirerek, tabulaştırmak şekli hâlâ devam etmektedir! Halkını kucaklamak yerine, sindirmek için halkıyla kavgalı bir sistem geliştirilmiştir! Şöyle ki, bin seneden beri İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir milletin nesline -bilhassa manevî değerlerine- karşı savaş açılmıştır! Halbuki, temiz kanlarını Allah (cc), din, vatan, namus ve hürriyet uğrunda feda eden mübarek ecdadımızın, gelecekte Kur’ân’ının yasaklanacağı ve bütün mânevî değerlerine karşı savaş açılacağı hiç akıllarının köşesinden geçer miydi?! Bunun en bariz bir misali, zamanımızın en büyük âlimi ve müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir. O, yazdığı ve bütün dünyanın ilgi ve hayranlığını çeken “Risale-i Nur” ismindeki Kur’ân tefsirini neşrettiği için, 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon, Ağır Ceza Mahkemelerinde talebeleriyle birlikte idamla yargılanmış ve berat etmişlerdir! Buna rağmen, hukuken ceza verilemediği halde, hayatının sonuna kadar kâh hücre hapsinde, kâh sürgünde, devamlı takibat altında tutulmuştur. Ayrıca, türlü eziyet ve su-i kast’a (komploya) maruz kalmıştir.
Bu gün dünyada milyonlarca insan, Risale-i Nur eserlerinden faydalanmaktadır! Ayrıca, dünyada en çok yaygın, 70’e yakın dile çevrilen bu nadide eserler hakkında, Ülkemizin hemen her tarafında ve çeşitli mahkemelerinde binden fazla berat veya takipsizlik kararı verilmiştir. Bu ise, adalete, insanlığa hiç yakışmayan bir hukuk ayıbıdır! Çünkü herhangi bir dâvâ konusu bir mahkemede berat edip, Temyiz Mahkemesi de (Yargıtay) onaylarsa, “Kaziye-i Muhkeme” hâlini alır ki, aynı konuda daha muhakeme edilemez! Ama maalesef Ülkemizde buna benzer çok keyfî ve hukuk ayıbı tatbikatlar olagelmiştir!
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, adalet ve hukuka aykırı gelişmeleri mahkemeye sunduğu bir müdafaasında şu çarpıcı ifadelerle dile getirmiştir:
“Muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar; istibdad-ı mutlak’a [diktatörlüğe] ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlak-ı [dinsizliği] rejim altına almakla, sefahet-i mutlak’a [gayr-i meşru eğlencelere] ‘medeniyet’ ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye [imansızlığın keyfi dayatmalarına] ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal [tahrik-kışkırtma], hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiye’ye ve millete ve vatana ecnebî hesabına darbeler vuruyorlar!”1
Bütün bu menfî gelişmeler özde değil, sözde cumhuriyetin hususiyetleridir!
Hülasa; Her yıl yapılan kutlamalarda, anma günlerinde ve derslerde birçok gerçekler örtbas edilip, hedefinden saptırılarak anlatılagelmiştir. Bizim üzerimize düşen vazife, kahraman ecdadımıza yakışır şekilde, gelecek kuşaklara, tarihî gerçekleri çarpıtmadan dosdoğru anlatmaktır. Millî varlığımızı devam ettirmek için bu şarttır.
Dipnot:
1- Şualar, 12. Şua.