Yazarların bazıları, yazmaya başladıklarında, iki mühim mani ile karşılaştıklarını söylerler. Bunlardan biri kötü, diğeri daha kötüdür. Kötü olan; yazmayı düşündüğü konuyu besleyecek, destekleyecek, zannettiği kadar anlatabilecek, çalışılarak elde edilebilecek, anekdot malzemeler ile donatılmış bir bilgi birikimine sahip olunmaması.
Daha da kötü olanı ise; bilgi birikimi malzemelerin olmasına rağmen, yazabilme kabiliyetine sahip olunmaması. Bu da, bir ‘yazar’ olma adayı için, bitişin başlangıcıdır.
Yazmanın başlangıcında ise, çoğu zaman, bir kaç cümleden sonra takılıp kalınır. Beslenmesi gereken yazı, malzeme fakirliği ile kendini beklemeye alır. Buna “‘ilhamın kesildiği’ ya da ‘artık gelmediği anlar” deniliyor. Ki, ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum.
Malzeme eksikliği ile ilhamın kesilmesi arasında paralel bir bağ olduğunu gösteren bir gerçek var gibi. İşte bu gerçek, tökezlemenin ilk işaretleri olarak, kendini göstermeye başlar.
Bazen kurmaya çalıştığınız cümlenin, içine en uygun kelimeleri bulmak, varlığını güçlü kılmak, devamını sağlamak, saatlerce düşünmenizi gerektirebilir. Bu durum, tek başına bile, yazma işinden vazgeçmenizi gerektiren engellerden biri olarak karşınıza çıkabilir.
Yılmadan devam etme gayretinde olmak ise, ilham mekanizmasının işlemesi ile, fıtrî bir ihtiyacın doyurulma arzusundan kaynaklı olduğu söylenebilir.
Bununla beraber, dıştaki sebebleri de hesaba katmak gerek. Bunların başında, münekkitler, eleştirmenler ve sizi bu işin içine çekmeye çalışan, teşvik edici yazarlar.
Eleştirmenler; yazanların kaliteye ulaşmasında, kontrol mekanizmaları olarak bilinirler. Başka bir ifadeyle bu işin müfettişleri. Her okur kendi çapında bir eleştirmendir. Okuduğunu mihenge vurur, akıl terazisinde tartar, yorumlar ve değerlendirir. Doğru ve yanlış yanları bulup göstermede, yazar-eser-okur arasındaki ilişkiyi kurmada mühim bir yere sahiptirler.
Ne var ki; çoğu yazar, eleştirmenler tarafından haksız ve ağır ithamlara maruz kaldıklarını söylerler. Haksız da sayılmazlar hani. Eleştirdiği zaman, kötü niyetli yaklaşımla yazarı bozguna uğratmak amacı ile kalemini sivrilten eleştirmenler de yok değil. Bunun, bir çok sebebi olabilir. En önemli olanı fikir ve düşünce farklılığının tezahürü.
Şu var ki, beğenilmeyi seven yazarlar, sıra eleştiriye gelince durum değişiyor. Bu durum, bir yazar için hoş olmasa da, yapılan eleştirileri dikkate almak zorunda olduklarını bilmeleri aşikârdır.
Teşvik edici yazarlar, eleştirmenlerin acımasızca ithamlarının aksine, bu işin şevk ve heyecan kısmını, yazma süreciyle ilgili ipuçlarını, yazar adaylarına taşımaya çalışan numune-i imtisaldirler.
Biri ‘itham’ diğeri ‘teşvik.’ Zor olan taraf ise ölçü ayarını tutturabilmektir. Yani “Ne tas düşsün ne hamam çınlasın” misali.
Bilgi birikiminin, kanaat-i kat’iye ile iki türlü elde edildiğini ve kesbî olan ilmin ‘Kevnî kanunlar’ çerçevesinde Cenab-ı Hakk’ın tabiata koyduğu ve çalışılarak elde edilen gözlem, tecrübe, sezgi, vicdan ile kazanıldığını, vehbi olan ilmin ise, bunun ötesinde, taraf-ı İlâhîden “İlm-i ledün” ile manevî özelliklere haiz, özel kişilere verilen ilimdir diyebiliriz.
Bu ledünnî ilim hakkında “Risale-i Nur’un birinci muhatabı” iltifatına mazhar olan Hulûsi Ağabey bir mektubunda hissiyatını şöyle ifade eder: “Mübârek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübînin nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber, küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde onlardan hisse-mend ve faide-mend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.”
Bediüzzaman Hazretleri, “Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu etmiş şuâlardır” beyaniyle; yazılan sözlerin tamamının mihenge, (Kur’ân’a, sünnete ve icmaaya) vurulmasını, akıl terazisinde tartılmasını; muhalif bir tek sözünün dahi, bedduâsı ile birlikte reddini isteyerek, bu yolla bütün okuyucu ilim-irfan erbabı eleştirmenlere kapılarını açmıştır.
Ledünnî ilim; deryalar kadar kesbî, ummanlar kadar vehbî ilmiyle ve ilham-ı İlâhiye mazhar, İcaz-ı Kur’ân’a namzet olduğunun idraki ile yazan Hz. Bediüzzaman’a verilen ilimdir. Bu, öyle bir ilimdir ki, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur’ân’ın tâlim edileceğini tebşir etmiştir.”
Hazret-i İmâm-ı Ali (ra) Sirâcünnûr’dan zâhir bir sûrette haber vermiştir. İmam-ı Rabbânî (ra) “Mirza Bediüzzaman’a mektup” başlığı ile ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et”, yani “Yalnız bir üstadın arkasından git” demiştir.
İşte bu emirler, haberler ve işaretler her biri ihtar-ı İlâhî, sünûhat-ı kalbi olarak kâğıt parçalarına, kibrit kutularına, daha sonra ise kitap sayfalarına lü’lü’-misal, nakış, nakış işlenen hakikatler olarak tecellî etmiştir.
Bu, öyle bir ilimdir ki, bir çok yazara kaynak olmuştur. Onun kaynağı ise bir tek Kitabullahtır. İlm-i ledün’ün sırrı da burada gizli ya...