Fıtrat, insanın yaratılıştan sahip olduğu fizikî özellikler ve yine doğuştan sahip olduğu karakter, tabiat, yaratılış, Allah’ın, bütün varlıkları kendi varlığını ve birliğini tanıyabilme gücü ve yeteneği ile yaratmasıdır. Fıtrat, insana sonradan verilmemiştir. İnsanın yaratılışında var olan yüksek istidat ve yeteneklerdir.
Bu bağlamda konuya bir örnek vererek başlamak istiyorum. Çok uzun yıllar önce, Semerkant’ta iki bilge kişi arasında bir tartışma başlar. Biri, “Yaratılıştaki fıtrat önemlidir” diğeri ise “terbiye ve eğitim daha önemlidir” der. İkisi arasında bu tartışma giderek büyür. Her iki görüş, kendi zemininde taraftar toplar. Bu tartışma öyle bir hale gelir ki, ateşli taraftarlar, bu iki bilge kişiyi ileri sürdükleri iddialarını halkın önünde ispatlamaya dâvet ederler. Bunun üzerine, “terbiye ve eğitim önemlidir” diyen bilge kişi; bir kediyi eğitmeye başlar. “Fıtrat önemlidir” diyen bilge ise bunu haber alır ve hazırlığını ona göre yapar. Nihayet halkın toplandığı bir meydanda, bilge kişiler iddialarını ispatlamak üzere halkın önüne çıkarlar. Tabi heyecan dorukta. İlk gösteri sırası, “terbiye ve eğitim önemlidir” diyen bilge kişidedir. Kucağında terbiye ettiği kediyle halkın huzuruna çıkar. Yardımcısı bir oturak ve bir çanta getirir. Bilge kişi ayak ayaküstüne atarak oturur. Kucağında ki, kediye seslenerek “Hadi bana orta şekerli bir kahve yap getir” der. Kedi hemen fırlar, çantayı açar, bir önlük bağlar, ispirto ocağını çıkarır, yakar. Cezveye su, şeker ve kahveyi katarak pişirir. İki ayağı üzerinde kahveyi ikram etmek üzereyken, “Yaratılıştaki fıtrat önemlidir” diyen, bilge kişi, cebinden küçük bir fare çıkarır ve kedinin önüne atar. Kedi elindeki kahve tepsisini fırlatır ve fareyi kovalamaya başlar. Çünkü kedinin fıtratı kahve pişirmeye değil, fareyi kovalamaya uygundur. Bu yetenek onun yaratılışında var olan bir özelliktir. O da fıtratının gereğini yapar.
Bu hikâye üzerinden hareketle ‘yaratılış ve fıtratı’ ele alıp değerlendirdiğimizde, onu değiştirmenin mümkün olmadığını görmekteyiz. Allah’ın insanoğlunun yaratılıştan özüne yerleştirdiği temel insanlık melekelerinde (fıtrat) bir değişme göremezsiniz. Yüce Rabbim Kur’ân’da, şu önemli mesajı vermektedir: “Yüzünü hak din olan İslâma çevir o fıtrat dini ki, Allah insanları o din üzerine yaratmıştır. Allah yaratışını değiştirecek değildir; siz de Allah’ın yarattığını değiştirmeyin. İşte dosdoğru din budur; lâkin insanların çoğu bilmez.” (Rum Sûresi: 30)
Öyleyse yaratılan her bir tür, kendi fıtratına uygun şekilde varlığını sürdürmelidir. Onun fıtratını değiştirmek yerine, yaratılış amacına uygun hayatiyetinin devamı için gayret sarf edilmelidir. Ve fıtrat mutlaka korunmalıdır. Bir kuşun kanatlarını keser veya yolarsanız uçamaz. Bu durum, o türün fıtratını değiştirmek anlamına gelir ve ona zulüm yapılmış olur. Asıl olan o kuşun uçması için yardımcı olunmalıdır. Kuşa kanat verilmiş ise uçması için. Ayak verilmiş ise yürümek için. Kulak verilmiş ise işitmek için. Göz verilmiş ise görmek için. Yürek verilmiş ise sevmek için. Merak ise, okuyup öğrenmek için. Akıl ise, elbette onu kullanmak için. İnanç duygusu verilmiş ise, araştırıp Yaratanı idrak edip, O’na iman etmek içindir. Çünkü fıtrat bunu gerektiriyor. Ancak terbiye ve eğitim de çok çok önemli bir nimettir. Hem de fıtrata uygun ve uyumlu bir sistemdir. Asla ihmal edilemez. Çünkü eğitim ve terbiye; Allah’ın, insan türünün fıtratına koymuş olduğu yetenekleri, melekeleri iyiye, güzele ve doğruya yönlendirmek içindir.
Terbiye ve eğitim yaratılan her canlının fıtratına uygun olmalıdır ki, içindeki kabiliyetler ve cevherler ortaya çıksın, inkişaf etsin. Böylece yaratılıştaki gayelik amacına ulaşmış olsun. Belki de fıtratın yaratılış gayesi bunu gerektiriyor. ‘Çünkü fıtrat ezelde Rabbine karşı kulluk sözü’ vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm, verilen o sözü ve ‘gayeliğin sırlarını’ şu âyet ile dile getiriyor: “Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti, Onlar da, “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu, kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu.” demememiz içindir.” (Araf Sûresi: 172)
Bu âyette çok derin manaların ve insanda yaratılıştan var olan fıtrat sırlarının dile gelişi nazara verilmektedir. Çünkü âyet, Kur’ân, varlığın fıtrat diliyle konuşuyor. Öyle görünüyor ki Allah, burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan, zihin ve sağduyu” dediğimiz melekelerini temsili olarak bu sırrı dile getirip, hatta insan vücudunu oluşturan zerreler bile bu manada dile gelmektedir. Onlara soru sormakta ve cevaplarını –yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine Kendisi vermektedir. Bununla insanoğlundaki fıtrat, vicdan, zihin ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel imkânlarının neler olduğunu göstermek istemektedir ki, insan yarın kıyamet gününde, “Bundan haberim yoktu, bilmiyorum.” demesin. Çünkü yüce Allah insanı yaratıp fıtratlarına inanma duygusu, akıl, vicdan, araştırma, öğrenme ve daha birçok duygular kodlamıştır. Yani fıtraten bu özelliklere sahip olan insan, Allah’a itiraz edemez. Etse, fıtratında bulunan akıl ve vicdan hassaları, onu tekzip edecektir.
Bediüzzaman, ‘Onuncu Söz’ün, Üçüncü zeylinde’ bu âyetin haşirle irtibatını kurarak meâlen şöyle der: “Ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel tarafından (Ezeli olan Allah tarafından) gelen “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabını işiten ve “Evet Sen bizim Rabbimizsin” diyerek cevap veren ruhla da… Hem, değil yalnız ruhların, hatta bütün zerrelerin bile İlâhî bir ordu ve emre hazır askerler olduğunu...” Demek ruhlar ve zerreler, insan cesedinin tekrar oluşması için bir araya gelmeleri neticesinde, İsrafil’in Sur’u üflemesiyle haşirde, Allah ruhlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabıyla ruhların uyanması gerçekleşecektir.” Demek, insanın fıtratına kodlanan kulluk bilinci, dile gelecek.
Konuyu Bediüzzaman’ın şu muhteşem tesbitiyle mealen noktalamak istiyorum: “Kat’iyen bil ki, yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, Allah’a imandır. İnsaniyetin en yüce mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı ise Allah’a iman içindeki Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.
Cin ve insanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o Allah’ı tanıma içindeki Allah’ı sevmedir. İnsan ruhu için en hâlis ve insan kalbi için en sâfi sevinç, o Allah sevgisinden ruhen alınan lezzettir”.