Sözlükte “var olanla yetinme, aza kanaat etme, tok gözlülük” anlamına gelen istiğnânın terim anlamı “Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmeme, O’ndan başkasına ihtiyacını arz etmeme” manalarına gelir.1 Risale-i Nur dilinde İstiğnâ, yukarıdaki manalarla birlikte zekât ve sadaka kabul etmeme, insanların maddî yardımlarından mustağni olma, kendisi ihtiyaç içinde olsa dahi, zekât, sadaka ve maddî yardımlar konusunda kardeşlerini kendi nefsine tercih etme, kanaat ve iktisat ile hareket etme, maddî-manevî hayatında israftan uzak bir hayat yaşama demektir.
ASR-I SAADETTE ÎSAR HASLETİ
İstiğna düsturunun bir başka ifadesi Îsar hasletidir. İslâm Tarihi, Îsar hasletinin şaheser örnekleriyle doludur. Îsar hasletine en açık örnek, Asr-ı Saadette, Peygamber Efendimizin yaşadığı dönemde yaşanmıştır. Medine civarında yaşayan Beni Nadir Yahudî Kabilesi, Hz. Peygambere (asm) sûikast teşebbüsünde bulununca, Medine’den sürgün edilmişlerdi. Geri kalan mal ve mülklerini Efendimiz (asm), Muhacir ve Ensar arasında eşit bir şekilde paylaştırmak istemiş, ancak Medine’nin yerli Müslümanları olan Ensar, “Ya Resulallah! Bu mal ve mülkleri Muhacir kardeşlerimize verin. Yine eskisi gibi onlar evlerimizde kalsınlar ve mallarımıza ortak olsunlar” demişler. Bunun üzerine “Onlar (Ensar) ihtiyaç içinde olsalar dahi, kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler” (Haşir Sûresi, 9.) âyet-i Kerime nazil olmuştur.2
BEDİÜZZAMAN’DAN İSTİĞNA ÖRNEKLERİ
Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nurun meslek ve meşrebinde, Kur’ân ve Sünnetten iktibas ederek istiğnâ düsturunu bir esas olarak ortaya koymuştur. O, daha gençlik yıllarında medresede okurken, diğer talebelerden farklı olarak, asla zekât ve sadaka almayarak, kimsenin minneti altına girmemiştir. Köylere zekât toplamaya giden talebelerle gitmeyi reddetmiştir. 3
Van’da, Şeyh Said İsyanının öncesinde isyana katılmak için kendisinden izin almaya ve zekâtını ona vermeye gelen Kör Hüseyin Paşa’nın isyana katılmasını engellemiş ve getirdiği zekât altınlarını kabul etmeyerek aşiretinin fakirlerine dağıtmasını istemiştir. 4
İstanbul’a geldiğinde, Sultan Abdülhamid’e Şark vilayetlerinde din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı okullar açtırmak için dilekçe verdiğinde, sus payı olarak kendisine verilmek istenen maaşı kabul etmemiş, Zaptiye Nazırı Şefik Paşaya, “Neden maarifi tehir, maaşı tacil ediyorsunuz” diye itiraz etmiş ve bu yüzden hapse atılmıştır.5
Zulmen ve haksız olarak Burdur’a sürgün edildiği zamanlarda, kendisiyle birlikte sürgün edilen doğu aşiret reislerinin teklif ettikleri zekâtlarını, “Ben iktisat, kanaat ve bereketle yaşıyorum. Sizden daha zenginim” diyerek almayı reddetmişti.6
Bediüzzaman, hayatı boyunca istiğna düsturunu kendi hayatında uyguladığı gibi, Nur Talebelerine de bu düsturu esas almalarını istemiştir. İhlâs Risalesinin Üçüncü Düsturunda, “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize, şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz” 7 denilmektedir.
BEDİÜZZAMAN NİÇİN ZEKÂT VE SADAKA ALMAYI KABUL ETMEMİŞTİR?
Bediüzzaman zekât, sadaka ve insanların maddî yardımlarını almayı reddedişinin en mühim sebebini, Mektubat adlı eserinde şöyle izah eder: “Ehli dalâlet (Doğru Yoldan sapıtmış olanlar) ehl-i ilmi (Din âlimlerini) vasıta-i cer (geçim vasıtası) etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar’ deyip, insafsızca onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.”
Diğer bir sebep; din hizmetinde “Benim ücretim Allaha aittir”8 diyen peygamberlere tabi olmak içindir.9 Peygamberler ve onların yolundan giden gerçek âlimler ve evliyalar, ilâhî mesajları insanlara tebliğ ederken, onlardan hiçbir maddî karşılık talep etmemişlerdir.
Zekât ve sadaka almamasının başka bir sebebini de şöyle izah eder: Doğrusu Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki insanların çoğu, kendi namlarına verirler, zimnî (gizli) bir minnet ederler. Ya da alan kişiler gafildir. Hakikî nimet verici olan Cenâb-ı Hakk’a teşekkür etmeleri gerekirken, zahiri sebep olanlara minnattarlık edip teşekkür ederler.10 Bediüzzaman mevzunun devamında başka sebepleri zikreder.
BEDİÜZZAMAN’IN HEDİYE ALMASI
Bediüzzaman, hediyeleri bile almak istememiş, almak durumunda kaldığı zaman, maddî karşılığını fazlasıyla hediye sahibine verdiğini görmekteyiz. Barla Lâhikasında geçen bir mektupta, İstanbul’dan kendisine getirilen bir hediyeyi kabul etmiş, fakat iki kat fiyatını verdiğini ifade etmiştir. Adı geçen mektupta bunun sebebini şöyle açıklamıştır: “Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua (hediye sahibine yapmacık harekete) mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetindeyse; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete (zenginlere) tasannua muztar kalmış, tama zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.”11
NUR TALEBELERİ İSTİĞNA DÜSTURUNA BAĞLIDIR
Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur meslek ve meşrebine tavizsiz bağlanan Nur Talebeleri, istiğna düsturunu hayatlarında bir esas kabul edip onu uygularlar. Onlar iman ve Kur’ân hizmeti karşılığında insanlardan herhangi bir maddî yardım talep etmezler. İhlâs ile hizmet etmeye dikkat ederler. Kendi yağlarıyla kavrulurlar. Allah’ın rızasının kemiyette (sayı çokluğunda, çok işlerde) değil, keyfiyette (kalitede, ihlâslı amelde) olduğuna inanırlar.
Ne yazık ki, bazı dinî guruplar, yaptıkları hizmeti ileri sürerek bıktırırcasına maddî destek talebinde bulundukları müşahede ediliyor. Hatta tanımadıkları, bilmedikleri kişilerden, bazen ısrarlı bir şekilde maddî yardım istemektedirler. Bu durum, yukarıda ifade edilen Bediüzzaman’ın endişesi olan, ehl-i dalâletin dindarlara yönelttikleri “Dindarlar, dini menfaat aracı olarak kullanıyorlar” suçlamasını gündeme getiriyor. İmanı zayıf çevrelerde de, bu yüzden İslâmî cemaatler karşı olumsuz bir bakış tarzı oluşmasına yol açıyor.
Bu çalışmayı yapmaya bizi sevk eden sebep, yaşadığımız bir olaydır. Haftalık alış verişi yapmak üzere bize yakın olan bir pazara gittik. Tezgâhlardan birinde alış veriş yaparken, elinde küçük bir çanta bulunan orta yaşlı bir zat, tezgâhlara yaklaşarak, “Kur’ân Kursları için para topluyoruz kardeşim, sizden de bekliyoruz” deyince, tezgâhtar cebinden 5 TL çıkararak adama öfkeli bir tavırla fırlattı. Adam çantadan bir makbuz çıkarıp vermek istediyse de, tezgâhtar, “istemez” diyerek eliyle ‘artık git’ anlamında bir işaret yaptı. Ben o Kur’ân Kursu için, Müslümanlık adına üzüldüm. Çünkü bu olayda Müslümanlığın onuru zedelendi.
Bir dostumuzun anlattığına göre, tanıdık bir arkadaşını derse dâvet etmiş, arkadaşı “Gelmem, para toplarsınız” demiş. Dostumuz, “Hayır! Biz para toplamayız. Gerçek Nurcular para toplamazlar” diye karşılık vermiş. Ne yazık ki, din hizmeti adına rastgele şahıslardan para toplama işi, her şeyden önce İslâmın ve Müslümanlığın izzet ve onurunu zedelemektedir. Allah cümlemize İslâmın ve Kur’ân’ın izzet ve şerefini muhafaza edecek şuur ve basiret ihsan etsin.. Âmin.
Dipnotlar:
1- Osmanlıca Türkçe Lûgat, İstiğna md.
2- Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, c. 2, s. 28.
3- Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 57.
4- A.g.e., s. 268.
5- A.g.e., s. 103, 104.
6- Lem’alar, s. 357, 358.
7- A.g.e., s. 394.
8- Yunus Sûresi, 72.
9- Mektubat, s. 27, 28.
10- A.g.e., s. 28.
11 – Barla L., s. 206, 207.