“Allah’a ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz elden gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”(1)
Muhabbet, husûmete vakti olmayanların şiarıdır. Kardeşliğin en güzel tezahürüdür. Kardeşliğin en makbulü ise ‘iman kardeşliği’dir. Çünkü iman kardeşliğinde menfaat beklentisi yoktur. Allah rızası temel arzudur.
Bediüzzaman Hazretleri “Vücudunu mu’cidine feda et” sözüyle bütün Nur Talebelerini Allah’ın fedaisi olmaya dâvet etmiştir. Fakat bu fedailik asrımızda sevgi, muhabbet ve ikna yoluyla olacaktır. Sırf Allah hesabına O’nun yarattıklarına bilhassa yaratıkların en mükerremi olan insana muhabbet edilecektir. Bu muhabbetin en büyük neticesi ise iman hizmetidir. Çünkü şefkat derecesinde bir muhabbet bir insanın göz göre göre ‘imansız kabre girmesine’ asla razı olamaz.
İşte bu fedailiğin gereği olarak ülkemiz üzerinde yoğunlaşan fitne girdabına da engel olabilecek mânevî ortamı hazırlamak üzere tertiplenen Ankara Kocatepe Mevlidine gitmek üzere hareket edeceğimiz günde geldi kara haber. Ankara’da terör… Patlayan bombalar… Onlarca ölen ve yüzlerce yaralanan insanlarımız… Dehşetli bir provokasyon ve çare üretmekten uzak yetkililer…
Acaba hangi dünya menfaati ya da korkusu böyle dehşetli ve insafsız bir saldırıya gerekçe olabilir? Sorusu bizi hayli düşündürdü. Bu sorunun cevabını Risale-i Nur eserlerinden istimdat edip bilhassa Müslüman bir ülkede böyle bir şenaate âlet olanların durumunu araştırdık. Sonuç bizi aşağıdaki yoruma ulaştırdı:
“Günah-ı kebireyi işleyen nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevap ise:
Evvelâ, sabık işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır. Saniyen, nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahalli iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.”2
Evet, bu yorumun sonunda ‘akıl ve kalb’ tutulmasının çaresi veriliyor. Fakat tatbik etmek isteyene… Bize de “Yaşasın zalimler için cehennem” sözünü tekrarlamak kalıyor.
Dipnotlar:
1- Enfal Sûresi: 46.
2- Lemalar, s. 80-81.