Doğru İslam...
Günümüzde yapılan birçok tartışmada İslâm’dan neyin anlaşıldığı her zaman açık ve net değildir. Aslında birçok tartışma ve anlaşmazlığın temelinde de bu “belirsizlik” yatmaktadır. Bu sebeple birçok kişi/grup kendi sübjektif anlayışını “İslâm” olarak sunabilmektedir. Daha sıkça yapılan bir diğer yanlış ise, bazılarının semavî bir din olan İslâm’ı kendi kişisel anlayışıyla özdeşleştirmesidir. Böyle bir yaklaşım, İslâm’ın ruhuna ve öğretisine aykırıdır.
Normaldir ki, İslâm’ın tarihteki anlaşılış biçimleri ile, Kur’ân ve Sünnetteki aslî biçimi birbirinden farklılıklar gösterecektir. Tarih boyunca ilhamlarını Kur’ân’dan almış birçok ilim adamı İslâm’la ilgili çeşitli kitaplar yazmış ve ilkeler geliştirmiştir. Kur’ân’la ilgili yüzlerce tefsir yazılmıştır. Bunların tamamı İslâmî’dir; yani, İslâmî bir bağlamda ve İslâm’ın asıl kaynakları, kavramları ve dünya görüşü göz önünde bulundurularak yazılmışlardır. Dahası, dayanışma ve birlik (ittihad ve ittifak) istemelerine karşın, Müslümanlar her zaman İslâm’ın temel ilkelerini algılayışlarında, birbirinden köklü biçimde farklı görüşler taşımışlardır ve bununla gurur duymaktadırlar. Müslümanlar bu durumu, İslâm dininin özünde bulunan farklı olana hoşgörüyle yaklaşma anlayışının açık bir delili saydıklarını sık sık belirte gelmişlerdir.
Bununla beraber bu yorumlar İslâm’ın bizatihi kendisi ile özdeşleştirilemez ve onun yerini alamazlar. Bu kaynaklar birer kültür hazinesi olup, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamızda bize yardımcı olabilirler. Bütün bu eserler tarih boyunca belirli zaman ve zeminlerde ortaya çıktıklarına göre, o zamanın hâkim şartlarına ve meydan okumalarına cevap olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nitelikleriyle de “zamanın” hükmünden ve sınırlayıcılığından kurtulamamaktadırlar. Ne var ki, zamanla bazı Müslümanlar bu eserleri Kur’ân’ın dokunulmazlık seviyesine çıkarmışlardır. Böylece eleştiri ve tenkit fikrini öldürmüşlerdir. Müslüman toplumların geri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi, tarihin bu şekilde yanlış okunması ve değerlendirilmesi olduğu söylenebilir. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bugün bizler de tarihte Müslüman İlim Adamları’nın karşı karşıya kaldıkları benzer bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmaktayız. Toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmek için, kendi yorumlarımızı, cevaplarımızı ve projelerimizi ortaya koyma sorumluluğundan kaçamayız.
İslâm ve Demokrasi
Günümüzün iki önemli olgusunun din-materyalizm ile demokratikleşme olduğunu ifade edebiliriz. Bu bakımdan İslâm’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı sorusu sık sık gündeme gelmekte ve tartışılmaktadır. Bu soru sadece Müslümanları değil, dünyanın önde gelen bütün siyaset ve sosyal bilimcilerini de ilgilendirmektedir. Zira Müslümanların bu soruya verecekleri cevap, sadece kendi ülkeleri için değil, bütün dünya siyaseti için önemli sonuçlar ihtiva etmektedir. Konuyla ilgili tartışmalara bakıldığında temelde iki görüşün olduğu görülmektedir: Birincisi, İslâm demokrasi ile bağdaşmaz; ikincisi ise İslâm demokrasi ile bağdaşabilir. Her iki görüşün ileri sürdüğü temel tezler incelendiğinde, her iki anlayışın da bazı önemli verilere dayandığı görülmektedir.
Birinci görüşü savunanlara bakıldığında bunlar arasında bazı Müslüman gruplardan, seküler aydınlar ile eski Marksistlere kadar uzanan ilginç bir yelpazeyi bulmak mümkün. Hatta bazı radikal Müslüman gruplara göre demokrasi bir küfür rejimidir. Ancak bu tezin son zamanlarda gücünü ve çekiciliğini yitirdiğini; demokrasiyi İslâmî temel ve değerler üzerine inşa etmeye çalışanların güçlendiği görülmektedir. Hatta günümüzde birçok Müslüman aydının İslâmî bir bağlama uygun ve tutarlı bir demokrasi teorisi geliştirmek için uğraştığı görülmektir. Zira Vaclav Havel’in de vurguladığı gibi, demok- ratik değerler, bütün kültürleri ve insanlığı birbirine bağlayan manevî temeller üzerine bina edildiği/edilebildiği zaman demokrasi sadece Batının değil, bütün insanlığın sahiplenebileceği bir değer olabilir.
Günümüzde Müslüman aydınların yapmak istedikleri de, İslâm geleneğinde demokrasinin üzerine temellendirilebileceği esasları tesbit etmektir. Daha doğrusu Kur’ân’ın kendisini bu açıdan yeniden yorumlamak ve ondaki çoğulcu boyutu ortaya koymaktır. Bernard Lewis gibi Batılı bilim adamları bile, İslâm kuralları ve geleneğinde demokrasinin gelişmesine yardımcı olan etkenler bulunduğunu belirtmektedirler.
Çağdaş Müslüman aydınlardan Reşid Gannuşi’nin demokrasiyi ret eden radikal gruplara verdiği cevap konumuz açısından oldukça ilgi çekicidir. Gannuşi’ye göre, siyasal İslâmcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür olarak değerlendiren radikal grupların hiçbir düşünceleri yoktur. Gannuşi’ye göre onlar, anayasal ve hukuksal bir kültüre sahip olmayan insanlardır. Zira felsefî ve siyasal bir kültürleri olsa onu kullanarak bir karar mekanizması olarak Demokrasi ile, Batı demokrasilerinin ihtiva ettiğini birbirinden ayırabilirler, liberal felsefeyle materyalist felsefeyi ayrıştırabilirlerdi. Bunların, sürekli birlikte bulunmaları, şart değildir. Bu sebepledir ki, demokrasi denen karar aracını, diğer uygulamalarından bağımsız hale getirebiliriz.
Demokrasi, çoğunluğun otoritesini tanıması, karar almada baskıcı bir azınlığa değil, çoğunluğun görüşüne itibar etmesi bakımından daha sağlıklı sayılabilecek bir araçtır. Bu araç sayesinde, iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Bu aracı materyalist felsefe muhtevasıyle soyutlayabilir ve iman değerleriyle donatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek, işte o zaman Demokrasinin aslında bize ait olan bir sermaye olduğunu söyleyebiliriz.
Demokrasi konusunda yeni ve ilgi çekici fikirleri olan bir diğer düşünür ise Abdulkerim Suruş’tur. Suruş’un İslam dünyası için savunduğu demokrasi iki temele dayanmaktadır. Birincisi, gerçek bir mü’min olmak için kişi özgür olmalıdır. Eğer inanan kişi özgürce teslim oluyorsa, bu onun özgürlüğünü feda ettiği anlamına gelmez. (…) Bu özgürlük demokrasinin temelidir. Suruş daha da ileri gider: Çoğunluğun inançları ve iradesi ideal İslâm devletini şekillendirmelidir. Müslüman toplumda demokrasi yukarıdan dayatılamaz. Demokrasi —inananlar ve inanmayanlar dahil—çoğunluk tarafından tercih edilirse meşrûdur. İkincisi ise Suruş’a göre din anlayışımız tekâmül etmektedir. Kutsal metinler değişmez. Bununla beraber, bu metinlerin anlaşılma ve yorumlanışı; bu anlayış insanların içinde yaşadığı zamanın ve şartların değişmesinden etkilendiğinden bir akış sürecindedir. Bundan dolayı, hiçbir yorum bütün zaman ve zeminler için mutlak veya değişmez değildir. Dahası her kişi (kadın veya erkek) kendi yorum ve anlayış hakkına sahiptir. Din adamları dâhil hiçbir grup iman esaslarını yorumlama veya yeniden yorumlama ayrıcalığına sahip değildir. Bazı anlayışlar diğerlerinden daha önemli olabilir, ancak hiçbir yorum diğer bir yorumdan doğrudan daha yetkin değildir.
Demokratik Değerler ve ŞÛRÂ Kavramı
Aslında şûrâ, İslâm tarihinin büyük bölümünde sadece Cuma hutbelerinde vaaz ve irşat için anlatılan, ancak bir türlü siyasî düzleme aktarılamayan önemli bir sistemdir. Oysa Batılılar, bu kavramı geliştirmiş ve siyasal bir düzen haline getirmişlerdir. Çünkü günümüzde hâkim olan Demokrasi anlayışı ile kadim Atina’da yaşayan “Yunan Demokrasisi” arasında en ufak bir ilişki yoktur. Aralarındaki tek ortak yan, ismindedir.
Gannuşi’ye göre demokrasinin reddedilmesi İslâm düşüncesi hakkında çok kötü bir imaj oluşturmaktadır. Çünkü, diyor Gannuşi, “böyle bir tavır, bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğiliminin bulunduğunu çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğu gibi bir yanlış anlama gündeme gelmektedir. Oysa hiç kimse Müslümanlar kadar diktatörlük ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğüten demokrasi değil, diktatörlük ve totalitarizmdir.”
Zira Demokratik ve çoğulcu bir anlayışın zıddı olan baskı, zulüm ve istibdat İslâm’ın ruhuna aykırıdır. İstibdat, baskı, şiddet ve diktatörlük:
· Tahakkümdür (baskıdır).
· Hukukun üstünlüğü değil, Keyfi muameledir.
· Her tür yolsuzluk ve suiistimale açıktır.
· Zulmün temelidir.
· İnsaniyeti mahveder.
· İnsanı sefalet ve fakirliğe mahkum eder.
· İslâm âlemini zillet ve sefalete düşürür.
· Garaz ve düşmanlığı uyandırır ve körükler.
·Müslümanları ihtilafa düşürerek, zararlı akımların ortaya çıkmasına sebep olur ve sonuç olarak, siyasî istibdadı netice verir.
Bu sebeple diyor Gannuşi, “Beni şaşkına çeviren; diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadele yerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyle demektedirler. Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur ve iktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.”
Görüldüğü gibi, Kur’ânî bir kavram olan şura İslâm’ın temel değerlerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Sadece Gannuşi değil, birçok Müslüman ilim adamı şûrâ kavramının demokratik bir rejim için meşrû bir işlev göreceğine inanmaktadır. Bunların öncüsü ise, Meşrûtiyet tartışmaları sırasında, yukarıda işaret edildiği gibi meşrûtiyet ve şûrânın İslâm’ın ruhuna daha uygun olduğunu vurgulayan ve İslâm’ın en büyük düşmanı olarak da istibdat ve totaliter anlayışları gören Said Nursî’dir. Ona göre, istibdat ve baskı İslâm medeniyetinin gelişmesine de en büyük engeldir. Zira böyle ortamlarda insanın kendi hazinesini otaya çıkarması mümkün olmaz. Ruhlar köleleşir ve sıradanlaşır.
Görüldüğü gibi İslâm, şûrâyı devletin temellerinden biri kabul etmiştir. Kur’ân ise, yoruma açık olmayacak biçimde şûrâ prensibini düzenlemiştir. Kur’ân’ın 114 Sûresinden birisinin adı şûrâdır. Kur’ân Müslümanların niteliklerini tanımlarken “Onların işleri, aralarında şûrâ (danışma-tartışarak karar verme) iledir” der. (Şûrâ Sûresi: 38.)
Bununla beraber, tarih boyunca şûrâ kavramının daha çok ahlâkî ve şahsî bir prensip olarak algılandığı görülmektedir. Ancak çağdaş Müslüman İlim Adamları Şûrâ kavramını, İslâm ile demokrasi arasındaki ilişkide etkili bir kilit öge olarak görmektedirler.
Sorbon Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Muhammed Hamidullah’a göre Kur’ân, ister kamusal bir konuda olsun ister şahsî, danıştıktan ve meselenin üzerinde tartıştıktan sonra karar vermelerini Müslümanlara defalarca emreder... Kur’ân zor ve hızlı, başka bir ifadeyle radikal yöntemler tarif etmez. Seçimin sayısı ve biçimi, temsilin süresi vb. her çağın ve her ülkenin insanlarının tasarrufuna bırakır. Önemli olan, insanın, temsil ettiklerinin güvenine ve karakter bütünlüğüne sahip temsilci şahsiyetlerle kuşatılmasıdır.
Bugün çok sayıdaki bilim adamları ve araştırmacılar İslâm dini ile onun tarihin çeşitli dönemlerindeki anlaşılış ve yorumlanış biçimleri arasında ayırım yapmaktadırlar. Dahası, İslâm’ın tarihte çeşitli Müslüman İlim Adamlarınca anlaşılış ve yorumlanış hakkının bizim için de geçerli olduğunu ileri sürmektedirler Bu anlayışın, son zamanlarda hem Batıda hem de İslâm dünyasında güçlendiği görülmektedir. Bu anlayışın güçlenmesi ve desteklenmesi sadece İslâm ülkeleri için değil, dünya barışı için de önemlidir. Bu sebeple dünyanın ve insanlığın geleceğine ilgi duyan herkes bu konularda hassas olmalı ve dinin doğru anlaşılması ve yorumlanmasında katkıda bulunmalıdır.