PROF. DR. AHMET YILDIZ RİSALE-İ NUR ENSTİTÜSÜ ANKARA ŞUBESİNDE MİLLİYETÇİLİK KONULU SEMİNER VERDİ.
Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde bu yılki akademik seminerlerin ana konusu Şube Yönetim Kurulunun kararıyla Milliyetçilik. Bu başlıkta ilk konuşmacı İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Yıldız idi. “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” adlı meşhur kitabın da yazarı olan Dr. Yıldız’ın seminerinin başlığı “Milliyetçilik ve Din İlişkisi Üzerine” şeklinde idi.
Gençlerin de ilgi gösterdiği seminerde Ahmet Yıldız milliyetçilik din ilişkisini kategorik olarak bir çatışma ya da uyum ilişkisi olarak niteleyemeyeceğimizi belirtti ve şunları söyledi:
Evrensellik iddiasındaki semavi dinler ile çok tanrılı dinler arasında bu açıdan ayırım yapmak gerekir. Çok tanrılı dinler çoğu defa bir şehrin ya da topluluğun koruyucusu olan tanrı inancını içerdiği için politeizmle milliyetçilik arasındaki geçiş nisbeten uyumlu bir ilişki kalıbı ortaya koymaktadır. Eski Atina’lılara göre şehrin koruyucusu Athena adı verilen bir tanrıçaydı. Buradan coğrafya, soy, dil ve din üzerinden tanımlanmış ulus fikrine geçiş zor değildi. Oysa semavi dinler tevhidi esas alır ve tüm insanlığa hitap eder. Yahudilik seçilmiş halk ve arz-ı mev’ud esasları üzerinden kendisini özelleştirdi ve Tanrı’nın diğer halklarından farklılaştırarak dini milliyetçiliğin bir formuna dönüştürdü. Hristiyanlıkta ise Katolik, Ortodoks ve Protestan ayırımları önem taşır. Tarih içinde Polonyalılar Meryem’i kendilerinin özel koruyucusu olarak sunarken, Ermeniler kendilerini Tanrı’ya en yakın halk olarak gördüler. Fransa Kralı bu seçilmişlik mitini kendi hükümranlığına transfer etti. Protestanlık zaten evrenselliği reddederek dini ulusallaştırma yönünde bir çizgiyi temsil ettiği için milliyetçiliğe uyarlanma konusunda zorluk çekmezken, Ortodoksluk da hükümdarı İlahi iradenin temsilcisi olarak kutsadığı için Moskova’yı üçüncü Roma olarak sunmakta zorlanmadı.
Milliyetçilikle en gerilimli ilişki, İslamiyet-milliyetçilik ekseninde ortaya çıkmıştır. Evrensellik iddiasından vaz geçmediği için İslamiyet çoğu defa, milliyetçiliğin güçlü bir bileşenine dönüştürülmüş ya da seçilmişlik miti, “İslam’a en büyük hizmeti yapan topluluk” olma iddiası üzerinden üretilmiştir. Sekülerleşme ile birlikte milliyetçi tahayyülün yer yer İslam’ı ikame ettiği bir ilişki biçimi ortaya çıktı. Ulusal kimliğin İslam’ı ikame derecesi ile sekülerleşme düzeyi arasında paralel bir ilişki bulunmaktadır. “Türk Müslüman olduktan sonra Türktür;” “Millet insanın Allah’a yönelen iradesinin dinlenme duraklarından biridir;” ve “Cihad eden Müslümana Türk denir” gibi mottolar, Cumhuriyet döneminde cemaatler üzerinden temsil edilen İslami kimliklerin Türklükle kurduğu bütünleşme ilişkisinin tezahürleridir. Daha evrenselci ve milliyetçiliğe eleştirel bakan kesimler, klasik cemaatler dışında yer alan gruplar olarak belirmektedir. Son dönemde AK Parti’nin seslendirdiği “yerlilik ve millilik” ile “tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak” mottoları geniş dindar kesimlerin Türk milliyetçiliği ile eklemlenmesini hızlandırmıştır. Bu durum, ulusal heterojenliğin bulunmadığı durumlarda, dinin birleştirici bir rol oynamasını engellemektedir…
Seminerin soru cevap faslında “İttihad-ı İslam’ın mümkün olup olmadığı ve milliyetçiliğin buna mâni olup olmadığı” konusundaki bir soruya Yıldız şu cevabı verdi:
“Bediüzzaman Hazretleri ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır’ diyor. İslam toplumları demokratikleştikçe hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle iş birliğini artırabilirler ve dolayısıyla ittihad zeminini hazırlayabilirler. İttihad-ı İslam’a ilişkin doğru bir tasavvur ancak böyle bir ortamda canlanabilir yoksa otokratik rejimlerle idare edilen bir İslam dünyasında ittihad-ı İslam olmaz. Çünkü otokratik rejimler halka karşı bir sorumluluk hissetmiyor, halkın taleplerini nazara almıyor. Yöneticiler sadece kendi iktidarlarını devam ettirmek için çalışıyorsa iş birliği ve ittihad değil menfaat öne çıkıyor demektir. Baskıyla idare edilen böyle bir coğrafyada ittihad-ı İslam kelimesi olsa olsa otokrat yöneticiler için güçlerini pekiştirici bir araç olabilir.”
“Çoğulculuk ve milliyetçi ideoloji arasındaki ilişki nedir” sorusuna “Farklılığı reddeden, tek tip insan yetiştirme esasına dayanan ve lider kültü üzerinden devam eden anlayışlar demokratik anlayışlar olamaz” diyerek cevap veren Yıldız konuşmasına şöyle devam etti:
“Dini de bunun aracı haline getiren söylemler dine de zarar verir. Nitekim bugün de demokrasi yine din üzerinden popülizme araç yapılıyor. Milliyetçi ideoloji ağırlığını artırdıkça çoğulculuk da rafa kalkıyor. Demokratik bir toplum yapısı yerine ‘tek devlet, tek millet tek vatan …’ şeklinde tekler üzerinden gidilen homojen bir toplum yapısı öngörülüyor ve bunu elde edebilmek için elbette demokrasiden vazgeçiliyor. Bu, demokrasinin popülistlik sebebiyle kendi kendisini imha etmesi demek.”
Ahmet Yıldız Avrupa Birliği’nin milliyetçilikler karşısındaki tavırları hakkında da şunları söyledi:
“Avrupa Birliği kurumsal yapısı her türlü fikir özgürlüğünü (İslamofobik olanlar dahil, antisemitik olanlar hariç!) tanıdığı için milliyetçi fikirleri de bu kapsamda görüyor ve engellemeye çalışmıyor. Elbette Nazizm gibi bazı istisnalar kendisine has yerel ya da tarihî sebeplerle bu özgürlüğün dışında bırakılıyor. Ama bu tür istisnaların dışında milliyetçilik de fikir özgürlüğünden nasibini alıyor. Belki bunun da yardımıyla Avrupa’da birçok ülkede marjinal milliyetçi akımlar ya ana muhalefet ya da üçüncü parti seviyesine yükselebilmiş durumdalar. Bu da iki Avrupa’nın kendi içindeki çatışmasını gösteren bir durum. Ancak unutmayalım ki Avrupa Birliği milliyetçi aşırılığa olumlu bakamaz. Çünkü zaten bu aşırılıkları aşmak için kurulmuş olan bir birlik. Aksi halde kendi kendisini inkâr etmiş olur. Malumdur, Avrupa tarihi Hıristiyan toplulukların birbirleriyle savaşma tarihidir. Yüzyıllarca birbirleriyle savaşmış bu insanları Hıristiyanlık da birleştirmemiş, aksine bölmüştür. Haçlı Seferleri hariç aralarında bir birlikten söz edilemez. Ama AB sayesinde bu mazi defterini kapattılar.”
Bunun üzerine gelen “AB Filistin meselesinde neden kendisine yakışanı yapmıyor?” sorusuna da Yıldız şu cevabı verdi:
“Avrupa Birliği göçmen meselesinde olduğu gibi Filistin meselesinde de kendi kurucu değerlerini pratiğe aktarmakta başarılı olamıyor. Mesela Hırvatistan Avrupa Birliği ülkesi ve sınırdan girmeye çalışan göçmenleri öldürüyor. Macaristan da AB üyesi ama sınırından geçmeye çalışan göçmenleri seçerek ve hadım etme uygulamasına tabi olmayı kabul etmeleri şartıyla kabul ediyor. Bunun gayri insanî bir uygulama olduğu belli.
“Bediüzzaman menfi milliyetçilik için ‘başkasını yutmakla beslenmek’ tabirini kullanıyor. Başkasını yutmakla beslenmek acaba sadece milliyetçi saiklerle mi olur yoksa başka grup saikleriyle de insanlar başkasını veya başka grupları ve sosyal tabakaları yutmakla beslenebilir mi? Ya da bir grup başka bir grubu yutmakla besleniyorsa bu da bir tür menfi milliyetçilik sayılabilir mi?” sorusuna Ahmet Yıldız şu cevabı verdi:
“Evet doğrudur, kendisine benzemediğini gördüğü başka grupları kendisine benzetme gayreti içerisine giren ve bunu zorla yapan herkes ve her grup aslında bir tür menfi milliyetçilik yapmış oluyor, başkasını yutmakla beslenmiş oluyor. Grup asabiyetine bağlı bir alan hakimiyeti ve dışlayıcı bir yaklaşım daima milliyetçiliğin bir versiyonu olarak görülebilir. Kendisini üstün gören grup diğerlerini kendisine benzetmek ya da küçültmek için bir kamu gücü ya da bir askerî güç kullanmasa bile başka türlü güçleri kullanıyorsa neticede başkasını yutmakla besleniyor demektir.”
Yıldız son olarak “Bölgemizde siyasi coğrafyaya baktığımızda ilginç bir şey görüyoruz: Türkler Araplar ve Acemler yani İranlılar üç büyük unsur ve bu üç coğrafi unsurun tam ortasına denk gelecek şekilde Kürtlerin yerleştiği bir coğrafya var. Diğer ifade ile üç büyük parçalı unsurun tam ortasında onları daha da bölecek ya da birleştirebilecek bir pozisyonda duran Kürtlerin bu pozisyonu bölgedeki milliyetçilikleri bitirmek ve sınırları kaldırabilmek yani bir tür Avrupa Birliği’nin benzerini bu bölgede kurabilmek gibi amaçlar yönünden özel bir anlam ifade eder mi?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Evet, Bediüzzaman Hazretleri Kürtlerin bu pozisyonuna özel önem veriyor ama maalesef fiilî durum böyle değil. Araplarla birlikte yaşayan Kürtlere baktığımızda tamamen dışlandıklarını görüyoruz. Bilhassa Suriye’de ve Irak’ta vatandaşlık hakları ellerinden alınmış, insan bile sayılmamışlar. Araplarla Kürtlerin evlenmesi bile yasaktı. İranlılar açısından da aynı şey geçerli. Şiilik ve Sünnilik üzerinden toplumu böldükleri için Sünni Kürtler bir tür iç düşman durumunda. Bu sebeple Fars toplumuyla Kürtler arasında da bir kaynaşma yok. Ancak Türkiye’ye gelince durum oldukça farklı. Türkiye’de Kürtlerle Türkler önemli ölçüde kaynaşabilmiş durumdalar. Bu Kürtler açısından bir yönüyle asimilasyon gibi de görülebilir ama neticede beraber yaşamayı mümkün kılan bir iş birliği imkânı var. Bunun en önemli sebebi elbette Türkiye’nin iyi kötü bir demokrasi tecrübesine sahip olması ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan da gelen etkilerle çoğulculuğu sürdürmesi. Evet cumhuriyetin başında girilen Ulus devlet anlayışı yüzünden esaslı bazı yanlışlar yapıldı. Ama bunların telafisi için demokrat yönetimlerin attığı bazı adımlar bugün Türkiye’yi bu açıdan önemli hale getiriyor. Bunun sonucu ise şu: Araplar Türklerle aralarındaki sınırı kaldırmayı kolaylıkla düşünemez. Farslar da Türklerle arasındaki sınırı kaldırmayı kolayca düşünemez. Aynı sebeple Araplar ve Farslar kendi aralarındaki sınırı da kaldırmayı düşünmez. Ama Türkler, sağladıkları bu esneklik sayesinde, AB’nin bu konulardaki başarısını da örnek alarak hem Araplarla hem Farslarla aralarındaki sınırı hem de Araplarla Farslar arasındaki sınırı kaldırmayı düşünebilir, teklif edebilir. Bu da ittihad-ı İslam için Türkiye’nin diğer iki büyük unsura nazaran farklı statüde olduğunu gösterir.”