Eğitim’de son 10 yıldır hemen her yıl yenilik, çağdaşlaşma adı altında sistem değişikliğine gidiliyor.
En köklü ve en önemli olanı ise 2004 yılında yapılan müfredata yönelik değişimlerdir. Şöyle anlatalım; 2005 yılından önce ‘öğretmen merkezli’ tabir edilen klâsik, ezberci bir eğitim sistemi ile eğitiliyorduk, 2004 yılında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından modern öğrenme tekniklerinin de kullanılabileceği öğrenciyi merkeze alan bir eğitim modeli benimsendi ve 2005 yılında uygulamaya geçildi. Bakanlığın artık karakteri haline gelmiş ‘kararı al ve hemen uygula’ hastalığı burada da nüksetmiş ve hiçbir altyapı hazırlığı tamamlanmadan mevcut sistem değiştirilmişti. 2005 yılında uygulanmaya başlanan yeni müfredat programıyla katı davranışçı programdan zihinsel, yapılandırıcı bir yaklaşıma geçildi. Sadece öğretim değil, eğitim de vurgulandı. Eleştirel düşünme, problem çözme, ‘yaratıcı düşünme’ (ifade böyle) gibi beceriler kazandırılması hedeflendi. Amaç öğrenciyi ezbercilikten kurtarmaktı. İlkokul birinci sınıflar okuma-yazma öğrenirken önce cümlelerle değil seslerle tanıştı. Alfabede ilk ‘a’ yerine ‘e’ harfiyle tanıştılar. Fişler tarihe karıştı. Kâğıt üzerinde güzel tanımlamalar. Ama uygulama da nasıl oldu? Yeni benimsenen sistemden maksimum verimi alabilmek için sınıf ortamlarının en üst düzeyde olması gerekmekte, hem sınıf mevcudunun bu sisteme göre düzenlenmiş olması gerekliydi, hem de öğrencileri yetiştirecek olan öğretmenlerin bu müfredata uygun şekilde ‘yetiştirilmesi’ gerekliydi. Öğretmen eksiklikleri ‘hizmet içi’ eğitimlerle kısmen yapılsa da ne kadar yeterli olduğu tartışmaya açık. Gelelim temel problem ‘sınıf ortamına’. Evvelinden beri bilinmekte olan en temel problem sınıf mevcutlarının çok kalabalık olmasıdır. Kalabalık sınıflar ‘öğretmen merkezli’ eğitim sisteminde kör-topal ilerlebiliyorken, öğretmenin fonksiyonunun neredeyse sıfıra indiği yeni sistemde tıkanmalar başladı. Yeni sisteme göre ‘öğrenci’ araştıracak, öğrenmeye istekli olacak, öğrenmeye açık olacak, bilgiyi bulacak, kendi zihnine göre yapılandıracak, öğrendiğini yaşayacak ve kalıcı bir davranış değişikliği sergileyecek! Millî Eğitim’in kâğıt üzerinde belirlediği hedefler bunlar. Ama kalabalık sınıflarda bu ne kadar mümkün. Köklü değişimin üzerinden 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, Bakanlık temel problemi görmeyip, ikincil problemlerle ilgilenmeye başladı. Sınıf ortamını benimsenen felsefeye-sisteme-modele göre hazırlamak yerine, hazırlıksız geçilen sistemle bariz bir şekilde ortaya çıkan başarı düşüklüğünün faturasını ‘sınav’ olgusuna yükledi. Hemen her 2 yılda bir sınav sistemiyle ilgili oynamalar yapıldı. Karışık olarak yazıyorum OKS, LGS, SBS, DPY, ÖSS, ÖYS, ÖSYS, YGS, LYS ve KPSS... aklıma gelenler şimdilik bunlar atladığım var mı bilemiyorum. Bunlar ilköğretim son sınıftan, üniversiteden mezun olduktan sonraya kadar devam eden sınavlar. Dönem dönem isimleri değişse de işlevleri aynı! Öğrenciler başarısız, çünkü kabahat hep sınavların. Ah bu sınavlar!
66 AYLIK İNATLAŞMASI
Hazırlıksız yapılan bir değişiklikte 4+4+4 namı ile meşhur olan ve milletçe hakarete uğradığımız sistem. Yine hiçbir alt yapı hazırlığı yapılmadan 66 aylık çocukların okula başlamasını gerektiren bu sistem de, hatırlanacağı üzere çok tartışılmıştı. Gerek okul ortamının, gerek sınıf ortamının, gerek çocuğu okutacak olan sınıf öğretmeninin, gerekse 66 aylık öğrencilere uygun olarak hazırlanmamış müfredatın facia ile sonuçlanacağını anlayan bilinçli veliler, çocuklarını ‘rapor’ vb çözümlerle okula göndermemeye çalışmıştı. Bunun üzerine Başbakan’ın “66 aylık çocuğa rapor alanları, evlâtlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Niye evlâdım ‘gerizekâlı’ diyorlar” açıklaması oldukça tepki çekmişti. Gelinen noktada Millî Eğitim Bakanlığı da yaptığı yanlışı anlamış olacak ki, bu yanlıştan dönüp ‘isteyen aileler dilekçe veya rapor yoluyla çocuklarını okula göndermeyebilir’ açıklamasını yaparak olaya nokta koydu. Nokta koydu, ama ‘üzeri çizilen binlerce 66 aylık’ ne oldu?
TABLET PROJESİ EĞİTİMİ DÜZELTİR Mİ?
Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı yanlışlardan ders almamış olacak ki, neye yarayacağı belli olmayan, pilot okullarda denenmesine rağmen olumlu sonuçları açıklanmamış, eğitime katkısı olmadığı gibi eğitimden alıp götüreceği çok şey olan, müfredatı ve ‘sınıf ortamı’ öğretime uygun olmayan, Fatih ismini verdikleri, her öğrenciye “tablet projesi”yle işi yine aceleye getiriyor! Her şey bitti tabletimiz mi eksik kaldı? Eğitimdeki bütün sıkıntıları giderecek bir derman mıdır bu tablet? Elbetteki hayır! Ama nedense bu proje kamuoyunda yeterince tartışılmadı. Teknolojinin bireyi giderek yalnızlaştırdığı bu asırda, özellikle okul dışı zamanlarının büyük bir çoğunluğunu bilgisayar-internet başında geçiren bir nesile ‘sınıf ortamı’nda da tablet vermek ne kadar mantıklı? Bu çocuklar evde aileleri ile iletişim kurmuyorlar, okul dışında bir sosyal çevreleri yok! Sosyal çevre denilen şey artık Facebook’ta ki beğeni sayısı, Twitter’daki takipçi sayısından ibaret! ‘Sosyal’ paylaşım adı altında ‘anti-sosyal’ bir hayat! Beynini akıllı telefon, tablet, bilgisayar ekranına USB-WİFİ ile bağlamış bir nesil... Başbakan’ın hayalini kurduğu ‘nesil’ bu mudur yoksa? Bir devlet bile bile ‘geleceğini’ çöpe atar mı? Atıyor işte. Tablet Projesi belki 1-2 derste, ama maksimum 15-16 kişilik, mümkünse daha az mevcutlu sınıflarda nokta atışı yapabilecek, belki de öğrencinin modern çağın gerekliliklerine ayak uydurmasını sağlayacak bir aparat olabilir. Ama açıklamalar eğitimin tamamen ‘tablet’ endeksli olacağı yönünde olunca, kendi kendime Bakanlığın amacının ne olduğu sorusunu soruyorum, bir cevap bulamıyorum. Bakan Avcı’nın tablet ile ilgili yaptığı açıklamada söylediği sözler, Millî Eğitim’in sorunu yanlış tesbit ettiğinin göstergesidir aslında. Bakan Avcı “Bu projeyle herşeyden önce eğitimde fırsat eşitliği yanında bölgeler arası teknolojik eşitsizliği de ortadan kaldırmayı düşünüyoruz. Toplumun eğitime ilişkin beklentilerini karşılamayı amaçlıyoruz. Çocuklarımızın ve gençlerimizin sosyoekonomik durumu veya şartları ne olursa bilişim teknolojilerinin imkânlarından yararlanarak kendilerini geliştirmelerini, bilgiye ve dünyaya açılmalarını sağlamak istiyoruz.” Bakan Avcı’nın açıklamalarında altını çizmek istediğim noktalar var. ‘eğitimde fırsat eşitliği’ ve ‘bölgeler arası teknolojik eşitsizlik’! Bir hatıramı paylaşmak ihtiyacı görüyorum. Örneği ile anlatacağım ki ‘anlayacak kapasitesi olmayanlar’ anlayabilsinler (onlar kendilerini biliyorlar).
İŞTE O OKUL!
2009 yılı Ekim ayında Doğu Anadolu’nun küçük, fakir bir vilayetinde, bir köy okulunda ‘ücretli öğretmenlik’ yaptım. Görev kâğıdımız yazıldı ve 3 öğretmen arkadaş köye doğru yola koyulduk. Okul! (okul denilebilirse) zamanında devlet tarafından yapılmış ve öylece bırakılmış. Eski tip çift camlı ahşap pencereler (çoğu kırık), sınıf tabanında çöküntüler, rutubetten çürümüş duvarlar, tuvaletinde taharet musluğu olmayan, tuvaletinde lavabosu olmayan, temiz olmasına rağmen çekmeyen bir baca ve sacdan yapılmış altı delik bir tezek sobası! İki sınıflı okulda her iki sınıfta da manzara aynı! Bu manzarayı görüp hayal kırıklığı yaşarken, depo olarak kullanılan 3 metrekarelik müdür odasının kapısını açtığımızda, sinirden ne söyleyeceğimizi bilemedik. Çünkü 50 metrekarelik sınıfı altı delik sac sobaya mahkûm eden Bakanlık ‘bölgeler arası teknolojik eşitsizliği’ ortadan kaldırmak amacıyla okula 7 (yazıyla yedi) adet bilgisayar göndermiş. Tepegöz, projeksiyon cihazı ve perdesi, fotokopi makinesi, uydudan internet, daha neler neler... Bakanlık ‘teknolojik eşitsizliği’ gidermiş! Harika, şimdi bu tabloya göre öğrencilerin her ay fezaya roket göndermeleri gerekiyor değil mi? Ama durum öyle mi? Diğer iki arkadaşla görev dağılımı yaptık. Sınıf öğretmeni daha çok vakit ayırabilsin diye 1. sınıfları ayırdık. 2. ve 3. sınıfları bir arkadaşa verdik, ben ise 4. ve 5. sınıfları okutuyorum. 3 öğretmen 5 sınıf (fırsat ve imkân eşitliği bu olsa gerek!). Her öğretmenin yeni sınıfına girdiğinde yapacağı ilk iş, “Bu sınıf bugüne kadar neler öğrenmiş” sorusuna cevap bulmak olmalı! Öyle öğretiler bize. Şimdi uygulama zamanı! 4x4 kaç eder çocuklar? Sınıfın yarısından cevap yok! 2x2=? Vaziyet aynı.. Çalışmalar sonucunda gördüm ki 49 kişilik sınıftan 29 öğrenci ya harfleri hiç tanımıyor, tanıyanlar da birleştirme de problem yaşıyor. 29 öğrenci okuma yazma bilmiyor! “İbro, İbrocik, İbrohimo” isimli öğrencim (210) olan numarasını 20010 olarak yazıyor.. İbrahim sadece bir örnek Suat’lar, Murat’lar, Sevgi’ler... Neden? Halbuki 7 tane bilgisayarları var! Bu çocukların uçuyor olması gerekmez miydi!?
GÖKHAN YILMAZ
[email protected]
@mgokhanylmz