3 Ocak 1990’da karlı bir günde binamız ve gazetemiz elimizden alınarak kapı dışarı edildi. Cemaat olanlara çok üzüldü. Hemen toplandık. Arkadaşlar bize, “Gazete çıkarabilir miyiz?” diye sordular. Biz de “On günde çıkarabiliriz” diye cevapladık ve çıkardık.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
Sonuç olarak Fırıncı Ağabey ve birlikte hareket eden ekip emvali ve bir kısım yetişmiş kadroları elimizden aldılar, karlı bir kış günü (3 Ocak 1990) bizi kapı önüne koydular. İşten çıkartılan arkadaşlar, günlerce gazetenin önünde haklarını aramak için soğuktan titreşerek bekleştiler.
Cemaat olanlara çok üzüldü. Hemen toplandık. Arkadaşlar bize, “Gazete çıkarabilir miyiz?” diye sordular. Biz de, “On günde çıkarabiliriz” diye cevapladık. Yalnız bir miktar paraya ihtiyaç olduğunu söyledik. Onlar da gerekli miktarı verdiler ve Yeni Asya’yı, Cağaloğlu Hamam Sokak’ta tuttuğumuz yerde on gün içinde yeniden yayınlamaya başladık. Neşriyat işini ele aldık. İlk etapta Risaleleri tıpkıbasımla çoğalttık, sonradan yeni bir tanzim ile (lügatçe, dipnot ve mealli olarak) bastık. Dergilerimizi yayınladık.
Bu kadar kısa sürede böyle bir gayreti ortaya koyabilmenin bazı sebepleri vardı:
1967’de nasıl ki bir gazete, “lahana yaprağı kadar da olsa” cümlesi ile ifade edilecek derecede bir ihtiyaç olarak belirmiş idiyse, aynı ihtiyaç bu dönemde de devam etmekte ve yerini dolduracak bir mevkute bulunmamakta idi. Çünkü cemaat bizimle beraberdi. Diğer taraf her ne kadar Yeni Nesil olarak gazete çıkarmayı denediyse de kısa sürede gazeteyi kapattılar. Çünkü hitap edecekleri bir kitle yoktu karşılarında.
Bir diğer husus benim kişiliğim idi. İnandığım dâvâdan beni hiçbir güçlük, ihanetler de dâhil çeviremezdi. Fıtrî yapım böyleydi. Risale-i Nur’dan aldığım ölçüler de yapımdaki bazı özellikleri hakta kullanma noktasında beni eğitmişti. Meselâ inatçı, müthiş inatçı bir insandım. Bu yönümü, “hakta sebat”a çevirmem Risale-i Nur tarafından emrediliyordu; ben de çevirmiştim. Bunun gibi...
Başka bir husus, bize reva görülen bu muamelenin arkasında haricî ellerin, devlet güçlerini kullanan ellerin varlığını, delillendiremezsek de hissediyor ve biliyor olmamızdı. Bu bize çok ağır gelmişti. Haysiyetimize dokunan bir durumdu.
Şu husus da önemliydi, bizi motive eden hususlar içinde: Gücümüzün elimizdeki maddî varlıklardan kaynaklandığı sanılıyordu. Kadrolar da çok önemliydi. “Bunları ellerinden alırsak yapabilecekleri bir şey kalmaz ve cemaat da yanımıza geçer” şeklinde bir düşünce ile bizlere bu muameleyi reva gördüklerini düşünüyorduk. Dolayısıyla bunun böyle olmadığını göstermemiz gerekiyordu. İhlâs ve samimiyetin dâvâmızda, ilk sırada bir öneme sahip olduğunu ispatlamalıydık. Risale-i Nur’u Üstadın tarzında anlayıp imanî meseleleriyle birlikte, sosyal ve siyasî yorumlarının da çok önemli olduğunu, hatta cemaati birlik için sosyal ve siyasî ölçülerin daha önemli olduğunu ortaya koymalı idik. Zira Fırıncı Ağabeyler hükümetten, Özal’dan ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’dan aldıkları yardımlarla yapmışlardı bütün bu işleri. Bu bakımdan, bir anlamda hükümetin istediği çizgide davranmak durumundaydılar.
Cemaat olarak, öyle bir hava meydana geldi ki, âdeta bir kurtuluş savaşı havası esmeye başladı. Üstadın mesleğini benimseyenler bize kuvvet verdi, yardımcı oldu.
Üstadın düşüncesini bir bütün olarak kabul edenler, Üstadı bir müceddit bilen insanlar aynı zamanda siyasî ve içtimaî noktalarda da İslâmın hayat görüşünü, devlet nizamını ortaya koyduğuna inanan insanlar, tabiî ki sımsıkı meseleye sarıldı ve onu yapmaya gayret sarf ettiler.
Bu bakımdan biz tercihlerimizi bilerek yaptık. Eğer, birlik ve beraberliğimizi siyasî ve sosyal ölçüler bakımından sağlayacak bir bütünleştirici unsur olarak gazete olmaz ise cemaatin içindeki meseleler büyük tartışmalara sebebiyet verecekti.
Bu gibi tartışmalar içine cemaat meseleleri de karışınca ehl-i dünyanın işine de benzemez. Daha zararlı ve sıkıntılı olur. Biz, “Elimizde imkânımız olmasa da, bu bayrağı dalgalandıralım” dedik ve kararlılıkla yola çıktık. Dalgalandırdık da. Ama yaşadıklarımız, kolay hazmedilir cinsten şeyler de değildi.
Önemli olan Üstad Hazretleri’nin düşünce ve görüşlerinin geniş kitlelere mal edilmesidir. Üstadın hayat-ı içtimaiyeye dair, siyasî noktalardaki meselelerinin, ille de Risale-i Nur Talebelerinin eliyle gerçekleştirilmesi şartı, Üstadın hizmet prensipleri içinde yoktur. Âdeta Üstad Hazretleri, Risale-i Nur’u ve Nur Talebelerini, “Al-i Beyt’e dünya saltanatı yaramaz” diyerek, o manevî makamın takipçileri olarak ilân ediyor. Biz manevî noktadaki sevapları ve ahireti esas alarak devamlı şekilde bu hakikatleri, gerek imanî, gerekse hayat-ı içtimaiyeye ait meseleleri anlatıp cemiyete mal etmekle vazifeli olduğumuz inancındayız. Bu, hak hedefe hak vasıtaları terk etmeden, gayrı meşrû yollara başvurmadan gitme zarureti anlamına gelmektedir. Dolayısıyla istikamet üzere kalmayı, Üstadımızın ölçülerinden taviz vermemeyi yeğleriz. Bu da söz konusu hakikatlerin yaygınlaşması, daha başka ve yaygın şekilde kabullenilmesine engel değildir. Biz sadece görevimizi yapmış ve sonuç için Cenâb-ı Hakk’a muntazır duruma geçmişiz demektir.
İşte bütün mücadele dönemi boyunca hedeflediğimiz tarzımız buydu. Böyle geldik ve böyle yolumuza devam ediyoruz.
Şunu ise memnuniyetle görüyoruz ki, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu hakikatler daha geniş kesimlerce kabullenilmektedir.
Önemli olan, gerçek manasıyla Üstadın hürriyet-i şer’iye dediği kâmil manasıyla Kur’ân’ın beşere 1400 sene evvel getirdiği o gerçeklerin tahakkuk etme meselesidir. Yani bu düşünce ve fikirlerin dalga dalga yayılarak sosyal hayat, idare ve siyasetle meşgul olanlara intikal edip, benimsenmesi hadisesidir. Bu benimsendi mi zaten ha ben bunu gelip yapmışım, ha başka biri yapmış. Biz bu kadar geniş düşünen, hasbî olarak bu dâvâya sahip çıkan insanlarız.
Üstadımız da bunu hayatıyla göstermiştir. Bütün imkânları olmasına rağmen kat’iyen devlet mekanizmasında vazife almamıştır. Halbuki alabilirdi. Şunu diyebilirdi, “Ben bunu siyasî makamlara geçerek yapacağım, öyle tahakkuk ettireceğim” diye, öyle bir yolu tercih edebilirdi.
Üstad konuyu cemiyete mal olması lâzım gelen bir mesele olarak görmüştür. Üstad, peygamber metodu olan tabandan tavana doğru çıkma hadisesini, veraset-i enbiya olmak cihetiyle benimsedi ve uyguladı. Bu noktada insanların anlayışlarının, nesillerin yeni baştan bu hakikatleri benimsemesi ve onların kitlelere mal olması ile problemin çözüleceğini ortaya koydu. Stratejisini bu çizgiye oturttu. Bunun tahakkuku için kendisi devletin üst makamlarına gelmeyi hiçbir zaman hedeflememiştir.
Her geçen gün Üstadın fikirlerinin dalga dalga hedefini bulduğunu görüyoruz. Birçok insan çeşitli endişelerden dolayı kaynağını ifade edemediği halde, Üstadın fikirlerini terennüm ediyor.
Ben inanıyorum ki kısa bir zaman sonra Üstadın fikirleri çok daha açık ve net bir şekilde onun ismi ile ifade ediliyor olacak. Çünkü artık problemler çok açık bir şekilde her kesim tarafından tesbit ediliyor ve çare arayışları vetiresinde Üstadın fikirleri birer yıldız gibi parlıyor. Onları gölgeleyecek sebepler, perdeler artık ortadan kalkıyor. Dünyanın geldiği nokta ve bu durumun Türkiye’ye yansıması ile birlikte iç dinamikler, şu anda bürokraside, Risale-i Nur’dan direkt veya endirekt istifade etmiş bir nesli, bu anlamda cesaretlendirmektedir. Bu insanlar milletvekili, bakan, bürokrat, ilim adamı yavaş yavaş kabuklarını çatlatıyorlar. “Bizim içimizde de bir ilgi var” diyorlar.
Evet, aksaklıklar, ittihadımızı muhafaza edip, söz konusu güçle hareket etseydik, hizmetleri daha sür’atlendirseydik, belki daha fazla düzelirdi; ama bunun olmaması demek bizim meselelerimizin bittiği manasına gelmez. Çünkü Risale-i Nur Kur’ân’ın dersi ve hakaikı olduğundan o kitlelere mal olduğu vakit söz konusu kitlelerde muhataplarını bulacak. Ben şuna inanıyorum: Hakaik-ı imaniye, hayat-ı içtimaiye noktasından, gelecek nesiller Risale-i Nur’u bizden iyi anlayacaklar. Risale-i Nur didik didik edilerek araştırılacak. Bunlar gelişecektir ve gelişiyor da. Bizim için en önemli mesele yasaklamayı ve korkuyu Risale-i Nur’un üzerinden kaldırabilmekti. Bana göre bu, dâvâmızda en büyük engeldi. Çünkü adam korkuyor, o doğruyu söyleyemiyor. Söylediği zaman tehlikeye giriyor. Hakkında takibat açılıyor; işinden, aşından oluyor; terfi edemiyor, horlanıyor. Artık bugün, yüzde yüz olmasa da, yüzde doksanlara yakın Risale-i Nur kendisini kabul ettirmiş durumdadır.