Bana göre esas Nurculuk şudur: Üstad ne demiş ise onu harfiyen kabul etmektir. Onun gayesine en uygun şekilde anlamak, yaşamak ve anlatmaya çabalamaktır. Nur Talebeliğinin gereği budur.
Dizi: Vefat yıldönümü vesilesiyle Mehmet Kutlular'dan hizmet hatıraları - 3
Üstad Hazretleri hakikatleri daima söylemiş, ama karşılığında bedelini de ödemiştir. Hapisle, sürgünle, zulümle ödemiş, ama asla inandıklarından fedakârlık yapmamıştır.
Bana göre esas Nurculuk şudur: Üstad ne demiş ise onu harfiyen kabul etmektir. Onun gayesine en uygun şekilde anlamak, yaşamak ve anlatmaya çabalamaktır. Nur Talebeliğinin gereği budur.
BİZİM İÇİN ÖLÇÜ VE REHBER ESERLERDİR
Üstad Hazretleri ölçü ve rehber olarak eserlerini göstermiştir. Üstadımız ahirete gitti, fakat eserleri bâkîdir. Nur Talebeleri için rehber, ölçü budur. Öyleyse her meselede, “Üstadım ne demiş?” hassasiyeti içinde olmak ve onun söylediklerine, yazdıklarına bakmak kadar tabiî bir şey olamaz.
Ben her karşılaştığım hâdisede bakarım; Üstadım bu hususta bir şey demiş mi, araştırırım. Demişse zaten benim için ölçü odur. Çünkü bu zamanda biz onun vazifeli olduğuna; Risalelerin, Kur’ân’ın bu asra bakan bir dersi olduğuna inanıyoruz. Bana göre benimsenmesi gerekli olan nokta budur. Biz Zübeyir Ağabeyde bunu gördük.

ZÜBEYİR AĞABEY HAYATINI ÜSTADINA FEDA ETTİ
Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeydeki bu “sadakat” meziyetini, bu karakteri ve kişilik yapısını gördüğü için; onu özel hizmetine almıştı. Sadakatini diğer ağabeyler de tasdik etmektedir. Bu noktada Üstadın en küçük bir şüphesi yoktur. O da sadakati için Üstadın hizmetinde kusur etmemek, Üstadı rencide etmemek bakımından, kendi ifadesiyle sıhhatini feda etmiştir. Yine Üstadın tarifi ile, hayatını Üstadına feda etmiştir.
Hasta olmasının sebebini, Üstad Hazretlerinin temposuna ayak uydurma gayretine bağlıyordu. Zübeyir Ağabey, çok gayretli ve çalışkan bir insan olan Üstada yetişebilmenin öyle normal bir hayat seyri ile mümkün olmadığını ifade ederdi. Zübeyir Ağabey, “Üstad Hazretleri gündüz Risale-i Nur’un tashih hizmetlerini yapar, istirahatına çekileceği zaman bize görevler verir, işler tevdî ederdi. Biz de onları harfiyen yerine getirme zorunluluğu hissederdik; ama zaman yetmezdi. Dolayısıyla çok az uyumam gerekiyordu. (...) Yani Üstada hizmet edebilmek için canını koyduğu gibi, sıhhatini de ortaya koymuş fedakâr bir insandı. Âdeta, Hafız Ali, Hasan Feyzi Ağabeylerin, bir nevi hayattaki devamı gibiydi.
Üstad Hazretleri şark ile garp insanı arasındaki farkı şöyle ifade etmişti: “Bunlar [doğulu talebelerini kastediyor] bana canını feda ediyor; ama bu garplılar hayatını feda ediyor.” Can feda etmek daha kolaydır. Bir anda verirsin gider; ama “hayatını adamak,” bütün sıkıntı ve çileleriyle onu yaşamak daha değişik bir şeydir. Bunu anlamak kolay değildir.
Dolayısıyla Üstad Hazretleri, diğer ağabeyleri uyarmak için Zübeyir Ağabeyi kastederek, “Hepinizden korkuyorum. Benim yanımda kaldığınız için, beni alet etmenizden. ‘Biz de Said Nursî’nin hizmetkârıyız’ diye; ama bu camid kafalı, bu taş kafalı beni alet etmez” dermiş.

SADIRDAN DEĞİL SATIRDAN KONUŞMAK LÂZIM
Zübeyir Ağabey, hakikaten hiçbir zaman Üstadın yanında kaldığının imtiyazını ve iltimasını istemedi. Her ne söylüyorsa mutlaka Risale-i Nur’dan yerini gösterirdi. Üstadın Risalelere geçmeyen, özel hayatındaki uygulamalardan bir şey söz konusu olduğunda ise gören ağabeyler varsa, “Bu olay filânca yerde oldu. Filâncalar da şahittir” diye onları da şahit gösterirdi. Diğer taraftan şahit olduğu uygulamanın veya olayın şahidi yoksa “Ben bunu Üstaddan gördüm, fakat bu haber-i vahiddir. Yani bunu sadece ben gördüm. Bunun için kabul etmek mecburiyetinde değilsiniz. Ancak bakın, Risale-i Nurlar’a ters düşmüyorsa, uygunsa alın” diye vurgu yapardı. Mutlaka delilli konuşur, şunu söylerdi: “Ben kanaatten anlamam. Üstad satırlara koymuş mu? Sadır [kanaat anlamında kullanıyordu] beni alâkadar etmez. Satırda yazmış mı Üstad? Fiilen bu Üstadın hizmetkârının tasdikini görmüş mü? İşte beni bağlayan budur.” Üstad Hazretleri’nin mesleğine, eserlerine, ölçü ve prensiplerine bu derece sadık, ölümüne bağlıydı.
İnsanlığı noktasında gayet mütevazı, gayretli, kibar, nazik bir insan olan Zübeyir Ağabey, Üstad ve Risale-i Nur mesleği ve davası söz konusu olunca, fevkalâde kahraman, cesur bir insan olarak ortaya çıkardı. O mesele için feryat eder, doğruyu ve hakikati söylemek, anlatmak noktasında fevkalâde celâllenir ve meselenin güzelini, doğrusunu ortaya koymak için gayret sarf ederdi.
Zübeyir Ağabey çok zaman hastalığıyla uğraşıyordu. “Ben üç-dört saat çalışabilmek için, sekiz on saat mücadele veriyorum, şu yataktan kurtulabilmek için” diyerek, rahatsızlığının derecesini anlatıyordu. Sıhhati elverdiği ve ayağa kalkabildiği müddetçe çalışırdı. Hizmet meselesi olduğu vakit canlanır, âdeta yeniden dirilir, “Benim hastalığım falan yok. Bana Üstadın sopası, zili olsa; benim hastalığım falan kalmaz” der ve “(...) Onlar olmadığı için ben böyle hasta, yatakta yatıyorum” diye lâtife yapardı.
ZÜBEYİR AĞABEYİN SADAKATİ
Zübeyir Ağabey, öncelikle Üstada şahsî sadakatiyle göze çarpmaktadır. Üstadın davasına, mesleğine, eserlerine sadakati ile bana göre emsalsizdir. Bu açıdan, “Şu insan da onun gibidir” diyebileceğim ikinci bir insan göstermem mümkün değildir. O, nezaketi içinde sadakat noktasında pervasızdır. Üstadı alet etmek cihetine tevessül etmediği gibi ettirmezdi de.

Bir de, “Kardeşim! Ben kendimden bir şey söylemeye kalksam, bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bunun için Üstadıma uyarım. Yarın bir şey olduğu zaman da, ‘Ya Rabbi Üstadım dedi, ben onun için yaptım’ diyebilirim. Çünkü benim ilmim falan yok. Dolayısıyla ben, Üstadım ne demişse; onu harfiyen uygularım. Hiçbir zaman kendi kanaatimi, kendi hissimi Risale-i Nur’a karıştırmam” derdi. Biz de bunu yaşantısında görüyorduk. İster siyaseten, ister diyaneten, ister Üstadın mesleğine veya Risale-i Nur’a yapılan en küçük bir tenkide karşı mutlaka cevabını hemen verirdi. Yazılı veya sözlü neşriyatta çıkmışsa, yine onun gereğini yerine getirirdi. Camianın içinde de Üstadın tarzına zıt hareket edenlere karşı kesin tavrını koyardı.
“ÜSTADIMIN MESLEĞİNİ SİZE BOZDURMAYACAĞIM”
İsim vermek istemiyorum. Üstadın talebelerinden bir-ikisini, bizzat yanımda, başka ağabeylerin de huzurunda hiddetle tekdir etmişti. Âdeta kükreyerek, “Ben hayatta kaldığım müddetçe Üstadımın mesleğini size bozdurmayacağım” demişti. Diğer ağabeyler de onu teskin için, “Ağabey, sen onun kusuruna bakma” demek gereği hissetmişlerdi.
Böyle durumlarda nezaketi bırakırdı. Çünkü fenafi’l-hizmet, fenafi’l-Üstad, fenafi’r-Risale olmuş bir insandı. Yani hizmette, Üstadında ve Risalelerde fânî olmuştu.
Merhum Zübeyir Ağabey, pısırık insanları sevmezdi: “Kardeşim! Nur Talebesi cesur, celâlli, kahraman olacak” derdi. “Pısırık insandan bir şey olmaz” diye eklerdi. Benim, biraz heyecanlı hâlimi, birtakım insanlar tenkit ederlerdi; ama Zübeyir Ağabey o tarafımı takdir ederdi. Yeter ki yanlış olmasın, his karışmasın.
Tabiî insanın, davayı anlatması, savunması noktasında cesaret-i medeniye ve şehamet gereklidir. Bunun başka türlüsü olmuyor.
Yarın: Davasını ifade eden kazanır